Bu blogda ara:

19 Haziran 2025 Perşembe

şilteli sözlük-

şimdi o kapıda duruyor çünkü kapı ona her zaman gitmesi gerektiğini söylercesine aralık kaldı. bardağı tutup fırlattı kapıya doğru bakıp. bardağın o serin ve kavi duruşu ona her zaman kırılmaya meyyal kalbini hatırlatırdı. kırıldığı yerlerden birleşebilmeye duyduğu özlem onu uzunca yataklara bağlamıştı. hatıratına tırmanmayı bir kenara bırakmazsa kendini yine o yatağın üstüne serili bedeni eşliğinde tavanı izlerken bulabilirdi. an meselesiydi. anda kalmak için yutkunduğu ne varsa kusmuştu insanların yanında. geçmiş, terekesine kokusunu sürmüş yar kadar paha biçilmezdi ve nereye gitse onu da götürürdü. geçip giden her şey ilgisini çekip kamaştırırdı ruhunu. ama yok.. onca hüzünlü şarkının yıktığı endamını böyle yerde komazdı. komadı da. tarihin enstantanelerinden kendine iyi bir manzara belledi, o kapıdan çıktı gitti. kapı: çıkıp gitmeyi çağrıştıran aralık.

indiği kafayı delmek üzre yağan yağmurun altında ordan oraya sekti durdu. dışarıdan onu görenler onu deli falan sanmazlardı ama akıllıya da benzemiyordu doğrusu. sahi, akıllılar nasıl koştururlardı? yürümekle tükenmeyecek gibi görünen o yolları nasıl tüketirlerdi? ya da her şey tüketilmek üzere mi icat edilmişti? birçok sorunun kafasında dönmesiyle birlikte kafasının içindeki soru işaretlerini tersine döndürerek başka bir dili konuşmayı denedi. eğer o ses bilmediği bir dilde ses verirse es vermeden yoluna devam edecekti. kafasının içi vızır vızır olsa da anladığı için çıldırırdı insan. anlamaya yer yoksa ama sadece ses varsa? tahammül edilirdi. ama sabır onun işi değildi. sabırla tepetaklak bir ilişkileri vardı çünkü sabır denince içinden böğürerek bağırmak, hızlı hızlı koşmak, kalp çarpıntıları ve belirsizliklerin tükettiği bedeninden başka bir şey gelmedi hiç. sabır: usul usul ruhu sıyıran en keskin bıçak.

yağmur dindiğinde bir yer buldu oturdu. zıplamaktan içi çıkmıştı. çevrede dolanan kuşlar, kanatlarını kurutmak için yarışıyordu birbirleriyle. ilk kim göğe uçacak diye iddiaya tutuşmuşlardı sanki. bir süre onları izledi, gönlünden uçmak geçti. ne zaman göğe baksa gönlünden uçmak geçerdi. gökyüzü: kanatların yokluğuna ağlatan.

kuşlar uçana dek onların kanatlarındaki son damladan kurtulmaya çalışmalarını izledi durdu. itiraf etmeliydi ki bu, sandığından da uzun, zahmetli ama bir o kadar zevkli bir işti. kendi ruhundaki ıslaklıklar geldi aklına, dönüp onları gagalamak, ıslak bir yer kalmayana dek ruhunu gusletmek gelmişti içinden. hem belki böylece bedeni uçmasa bile ruhu uçardı. uçmak deyince aklına hep ölüm gelirdi ve ürperirdi önceden. sonra bir merakla ürpertiyi hemen kışkışlardı. uçmak: yoklukla varlığı ürpertiyle bağdaştıran merak.

eve geri döndü. hep eve dönerdi. dışarıdayken içinden hep eve dönmek geçerdi. evdeyken de dolardı içine bu his. evdeyken de eve özlem hissederdi. ev: dünyadaki sürgününü hatırlatmayacak bir yer.

19625-dia.

7 Haziran 2025 Cumartesi

kitapların iyileştirici gücüne inanıyorum-

Çok uzun bir zaman olmadı, hayatımın dönüm noktası diyebileceğim bazı olaylar silsile haline gelerek beni gerçekten çıkmazda hissettirdi. Olan biten benim nasıl hareket edeceğimi kestiremememle birlikte bazen laçkalaşarak günümü zehir etti, bazen değişmenin güzelliğine olan inancımı tazeledi. Tarifi imkansız duygular içerisindeydim. Tanıdığım insanların bambaşka yüzlerini görme fırsatı elde ederken hayatıma aldığım bazı insanların yavaşça hayatımdan çıkıp gitmelerini seyrettim. Normalde hayatımdan kimsenin kolayca çıkıp gitmesine izin veremeyecek kadar uzlaşmacı davranırdım ama içine düştüğüm hal bende farklı etkiler uyandırıyor, her zaman kendi yanlışlarıma odaklanmamla sonuçlanan kavga ve gürültüler kendimi tanıyarak kimi zaman kararlarımın arkasında durmamı gerektirecek şekillerde evrilerek bana başka kapılar açıyordu.

Bu karmaşada kaybolduğum yerler çoğunlukla sosyal mecralar olduğundan sıkışık halimden kurtulabileceğim alternatif yolları sosyal (?) platformlar üzerinde aramaya koyulmuştum. Normalde nasıl biri olduğumu, normalimin ne olduğunu da bu zaman diliminde daha derinden ayırt etmeye başladığımı söyleyebilirim. Çünkü gün içinde bir curcuna olan iş ortamımdan sıyrılıp eve geldiğimde beynimi kullanmadan, kerahat vaktinde uykuya dalmadan sığınabileceğim daha güvenli bir liman yoktu. Ekran kaydırmaya yabancı da değildim nasılsa. Akıllı telefonlar hayatımıza girdiği andan itibaren sosyal platformlarda boy göstermeyi severdim. Yanlış anlaşılmasın, fotoğraf ve video paylaşımlarını kastetmiyorum. Fikirlerimi aktarabileceğim bu ortamlar benim için bulunmaz nimetti doğrusu. Kendimi bildim bileli ruhuma yapışan yazma arzusunu bu gibi yerlerde daha kısa cümlelere sığıştırıp "paylaş" butonuna basmak beni uzunca yazılar yazma cüretine de sokmuyor işimi kolaylaştırıyordu. Ancak bahsettiğim bazı olay ve yaralar üst üste geldiğinde anladım ki sosyal hayatın cezbedici dünyasında üreten değil tüketen olmak daha fazla tercih ettiğim bir durum haline gelmişti. İşten gelir gelmez başlayıp gün sonlanana kadar itibarsız bir biçimde herkesin ne yediğinden ne düşündüğüne, neye meylettiğinden ne yaşadığına kadar her şeyi paylaştığı o yerde ben de artık kusursuz bir izleyici olmuştum. Hoşuma gidiyordu doğrusu. Durağan ve rutinleşmiş hayatımı ve hayal kırıklıklarımı bir kenara bırakıp yalnızca durarak soluksuz bir biçimde başkalarının yediği haltları dinlemek hoştu, zahmetsizdi. Ne de olsa tüm yaralarımı insanlarla yaşadıklarımdan almıştım ve insanlara yakın olmadan insan dünyasını uzaktan izlemek harika bir imkandı. Defalarca takdir ettim bu teknolojiyle bizi buluşturan herkesi. Vaazlar, tavsiyeler, terapi cümleleri, motivasyonel videolar havada uçuşuyordu.

Bunun böyle gidebileceğini düşünüyordum. Nasıl olsa insanların dünyası bir cehennemdi ve kendimi bu şekilde korumaya alabiliyordum. Ama bu rahatlık hissiyatı da çok şükür ki uzun sürmedi. Kayboluşumun üçüncü aşamasında bu platformların ruhuma enjekte ettiği yalnızlık ve işe yaramazlık hissiyatıyla yüzleştiğimde artık insanlarla iletişime geçmemenin ruhumda açtığı yaraları daha derinden hissetmeye başladım. Gerçek olana duyduğum açlığı ruhumun en derinlerinde tattım ve kanadım. Onlarla kavga etmek, ayrılıklar yaşamak falan o kadar da korkulacak şeyler değildi sanki. Ekranda gördüğüm sahte sevinç nidaları tiksinçti artık. Kurgusal, para kazanma amacı güden video ve paylaşımlar gitgide daha çok birbirine benziyordu ve insanların bu tip şeylere yaptığı yorumlar tekdüzeleşiyordu. Bir izleyici olmaktan ziyade bir "şey"e dönüşmeye başladığımı fark ettim. Hızla eski alışkanlığım olan kaleme koştum.

Yazmanın bana tekrar eskisi gibi gerçek hissettireceği günleri anarak denemeler yaptım ama bir şeyler eksikti. Ekranın üzerimde bıraktığı hissizlik duygusu katlanarak çoğalmıştı ve o zaman, oturup doğru düzgün kendimle konuşmaya zaman bırakmadığımı gördüm. Bu hissizlik duygusunu yeni tadıyordum ve daha önce bunu hiç konuşmamıştık kendimle. Zulümler, parçalanmış cesetler sanki gündelik hayatın bir parçasıydı, çıplaklığa övgü artık daha normaldi ve fikirlere saygısızca yapılan hakaretler belki de artık o kadar büyütülecek bir şey değildi. Derin bir iç çığlık patladı ruhumda. Sahiden olmuş muydu olan?

Yakın zamanda yaşadıklarıma ilişkin duygularım da epeyi karmaşıktı. Nerede olduğumu göremiyor, nasıl hissetmem gerektiğini idrak edemiyordum. Bu ara aldığım en iyi karar ekran süreme rağmen kitaplara dönmekti. Yazmaktan elim boş çıkmıştım belki ama okumak bana iyi gelebilirdi. Çeşitli kitaplar karıştırmaya ve daha önce okuyamadığımı düşündüğüm bazı türlere şans vermeye karar verdim. Daha önce önünden geçmediğim rafları, adını duymadığım yazarların kitaplarını karıştırdım. Bana şöyle damardan bir şeyler lazımdı. Ruhumun yaralı taraflarını anlayabileceğim ve adlandırabileceğim pek bir şeyler. İşte o döneme rast gelen zaman dilimi içerisinde tanıştığım bazı kitaplarla kendimi buldum diyemem ama kendime rastladım. Kendime denk geldim. Kendimle durup iki çift laf etmeyi becerebildiğim anlar yakaladım. Hayatın değersiz bulduğum rutinlerinin ne denli tatlı ve kıymetli olduğunu, rutindeki rahmeti oturup düşünebildiğim zamanlar elde ettim. Yaşadıklarımın bana ne hissettirdiğini, aldığım yaşlar ile birlikte hangi cenderelerden geçtiğimi düşündüm. Geçmişe eleştirel bir gözle bakmaktansa bir hikmet kitabına bakar gibi bakmayı keşfettim. Geleceği bir korku emaresi olarak görmekten vazgeçmem gerektiğini anladım. Demem o ki, iyi insanın ruha iyi gelen taraflarını konuşalım ama ruha iyi gelen kitaplardan da bahsedelim. Sosyal medyada hunharca kitap okuyan, sene sonu kamyon dolusu okuduğu kitaplarla övünenleri bir kenara bırakarak kitap okumayı "hayatınızın" neresine koyduğunuzu bir düşünün. Size anlatacak bir şeyleri olan epeyi kitap var ve sizler, bizler... Onlardan alacağımız şeyleri saniyelik videolara sığdırılmış hap anlardan çıkarmaya çalışıyoruz. Hayatı hızla yaşamak istiyoruz ama geri dönüp bir saniye önce ne yaşadığımızı hatırlamakta bile zorlanıyoruz artık.

Eğer kitabın iyileştirici gücü olmasaydı, Yüce Yaratan, neden kavimlere ve halklara "Kitap" ile yol göstersindi?

Öneri bazı kitaplar:

Michiko Aoyama - Aradığın Şey Kütüphanede Saklı (Hikaye)
Kemal Sayar - Hatıraların Evi (Psikoloji - Kişisel Gelişim)
İbrahim Kalın - Ben, Öteki ve Ötesi (Tarih)
Gökhan Ergür - Ruhu İyileştirme Yolları (Psikoloji - Edebiyat)
Hwang Bo Reum - Hyunamdong Kitabevi (Roman)
Angela Nanetti - Dedem Bir Kiraz Ağacı (Hikaye)
Güray Süngü - Mehmet'i Sakatlayan Serçe Parmağı (Hikaye)
Julie Lee - Kardeşimin Koruyucusu (Roman)
A.Ali Ural - Posta Kutusundaki Mızıka (Deneme)
Ayşegül Genç - Kuğu Boynu (Hikaye)
İsmet Özel - Kırk Hadis (Deneme - Söyleşi)
Haydar Ergülen - Sen Güneş Kokuyorsun Daha (Şiir)
A.Ali Ural - Gizli Buzlanma (Şiir)
Cengizhan Konuş - Tarafsız Günler (Şiir)
Metin Altınok - Bir Acıya Kiracı (Şiir)

(Liste zamanla güncellenecektir.)

7625-dia