Bu blogda ara:

28 Kasım 2024 Perşembe

her şey benim elimle çok güzel olsun istedim.

 


görünen ve görünmeyen üzerinde yüz bin safsata uçuşsa da ben
tabiatın hiç titremeyen gövdesinde depremlerle sarsıldım,
eni boyundan geniş yolları daracıktı gözümde,
tabiatın-tabi olanın.

koştum yetişemedim,
yetişeceğime inanmadım

kimselere kim olduğumu söylemeden 
her nefes verenin kimlerden olduğunu bilmek gibi bir heyulaya kapıldım
pazar ertesiydi
yeni bir başlangıç diye sayıkladığım her şey 
eski bir bitişin koynunda sızlanıp duruyorken
annem yaşlanıyordu
babamla birlikte
günler geçiyordu zira artık çocuk değildim
zihnimin idraki bedenimin tükenişinden yavaştı

her şey benim elimle çok güzel olsun istedim
tüm dünyada bayram olmasa da şenlikli olsundu gitmeler
ardından ağlatanlar dahi güzel sözlerle terk ediversindi
bu alemi.

sabretmedim, bir yandan
geceler sabaha ersin de istemedim
inanmadım gecelerimin gündüzü göreceğine
ordan burdan edindiğim sayısız çanak çömlekle kendime
iyi bir şeyler pişirdim
ateşini ben getirmiştim, 
üç günlük yerden

üç günlüktü dünya
nazirelerde boğulduğum dünya
derme çatma kelimelerle seksen yıllık bir şairin zihnine hayran hayran bakarken
manası yüzeyde boğulan kelimeleriyle yanımdan
öylece çekip giden dünya
ne bekleyebiliriz artık yarından?
ummak bizi silkeliyorken yalandan
artık gerçekler bize ne verebilir umutsuzluğun baskıladığı
fecr vakti düğümlenmiş ağızlarla öylece eli açık beklediğimiz anlar dışında
ne bulacağızdır
aradığımıza eriştirir mi bizi bu dünya
yahut
yoksa

281124*
dia.


25 Kasım 2024 Pazartesi

kovada berrak balık.

Amma velakin acizim. Berrak bir suda yüzen küçük bir balık gibiyim, su derin olsa dahi berraklığı beni ele veriyor. Dünya, düzen, sistem.. İyi olanın iyiliğine acımıyor. Çok sürmüyor ben de iyinin güce yenik düştüğünü zannettiğim an yılgınlığı satın alıyorum. Pahada ağır ancak kötünün karşısında epeyi hafif kalmış olmak en çok burkuyordu beni, köşeme çekiliyorum. Elbette bu da birilerinin işine geliyor. Aldırabilecek durumda değilim, diyorum kendi kendime. Çünkü ne öyle ne böyle.. Bu savaşın ortasında belirgin bir yerde rol alamıyorum. Belki de siyaset savaşları vermeli ve ben de ikili oynamalıyım, iyilik yapıyormuş gibi görünüp perde arkasında katillerle el sıkışmalı, onlara alkış tutmalıyım.

Zihnimi çepeçevre kuşatan bir sis var, önümü göremiyorum. Birileri seslendiğinde ancak yönümü tayin edebiliyorum. Okudukça okurdum, düşündükçe düşünürdüm lakin o birileri bana o metinleri özetleyebileceğine, düşüncelerimi cümlelere sığdırıp sloganlaştırarak daha etkili bir şekilde bana sunacaklarına dair sözler verdiler. Paketli, el değmeden halka, uzun ömürlü… Tüketmem üzere verildi bana bu ideolojiler, peşinden gideni cehenneme sürükleyen liderler, kavmiyetçilik, batıla tayin sözler ve türevi her yeni şeyle birlikte.

Yeni olanın icadıyla eskiyi daha iyi yâd edebileceğim de söylendi. Yeni cümleler kuruyor, yeni bakış açılarıyla bakıyor, eskiyi yorumluyor kendimize çeviriyor, köşelerini kesip yuvarlıyor ve bir kalıba oturtuyorduk. Her şey istisnası bile olmayan bir düzlemde öylece dönüyordu işte. Kimsenin bir şikâyeti yoktu. Bakarak anlayamadıklarımı birileri sürekli bana izah ediyor ve sunuyordu, daha fazlası Şam’da kayısıydı. Şam’ın düşürülmüş olması, Doğu Kudüs’ün Batı Şeria’nın parçalanıp çiğnenmesi, Çin’den Tacikistan’a Endülüs topraklarından Orta Doğu’nun kucağına kadar koloni koloni düşünceler zerk edilmesi kimin umurundaydı? Batı’dan yürüyerek geleni koşarak kucaklayan, Doğu’da zulüm göreni zalim olmakla suçlayan düşünceler ürettiklerinde ikna edilmiştik çoktan. Hizipler, fırkalar, topluluklar kurarak; mecmualar, kitaplar, cafcaflı yazılar yazarak halkı ihya ettiğimize inandırıldığımızda zaten çok geçti her şey için.

Oysa bize parça parça zerk edilen her şey bir bütünden ibaretti nihayetinde. Ayırdında değildik, olamadık. Öyle söylendi zira. Ve inandık.

Filmdeki çocuğun eline kıracağını bildikleri halde verdikleri yumurtayı taşıması gibi taşıdık bu inancı içimizde. Yol boyunca kendimizden çok emindik, ne yumurta kırılacak ne de zeval gelecekti verdiğimiz söze. Ama ne zaman içimizdeki iyiliğin tüm dünyaya yetebileceğine dair tuttuğumuz o asıl inancı göğsümüzden uçurduk, o zaman ne yumurta kaldı elimizde ne de onu kırmadan taşıyabileceğimize dair sözümüz sağlam durdu sadrımızda.

Velhasıl işin başında bu berrak su bizi ele verecektiyse de suya salınan yemlerin güzel duruşuna, taze oluşuna karşı sarsılmaz bir tokluğumuz olmalı, karnımızın gurultusuna rağmen. Hayat iyiliği göğsünde tutan, kendini kötüye karşı sakınan ve hakkı haykırmaktan ibaret değil miydi özgürce? Özgürlük beni yemleyenin kovasına sıkıştıktan sonra batmadan yüzmeye devam edebilmem değil, kendi suyumda tüm oltalara, oltacılara rağmen bata çıka ilerleyebilmem olmalı. Yılgınlıkla ne yüzdüğümü bilirim ne de doyduğumu. Yılgınlıkla ne balık olduğumu bilirim ne de suyumu. Bu devranın kayıtsız bir şekilde deveran ediyor görünmesinde aramıyorsam sorunu, iyiliğin berraklığına, savunmasızlığına kızmakta haksızımdır, yılgınlıkla köşeye çekilmemle beraber öne geçene, sırayı kapana, milletin hakkına girene yol verdiğime kızmalıyım. Bir bende kalsa o iyilik, o iyiliği göğsümde gururla taşımaktan gocunmamalıyım.


20 eylül 2024