Amma velakin acizim. Berrak bir suda yüzen küçük bir balık
gibiyim, su derin olsa dahi berraklığı beni ele veriyor. Dünya, düzen, sistem..
İyi olanın iyiliğine acımıyor. Çok sürmüyor ben de iyinin güce yenik düştüğünü
zannettiğim an yılgınlığı satın alıyorum. Pahada ağır ancak kötünün karşısında
epeyi hafif kalmış olmak en çok burkuyordu beni, köşeme çekiliyorum. Elbette bu
da birilerinin işine geliyor. Aldırabilecek durumda değilim, diyorum kendi
kendime. Çünkü ne öyle ne böyle.. Bu savaşın ortasında belirgin bir yerde rol
alamıyorum. Belki de siyaset savaşları vermeli ve ben de ikili oynamalıyım,
iyilik yapıyormuş gibi görünüp perde arkasında katillerle el sıkışmalı, onlara
alkış tutmalıyım.
Zihnimi çepeçevre kuşatan bir sis var, önümü göremiyorum.
Birileri seslendiğinde ancak yönümü tayin edebiliyorum. Okudukça okurdum, düşündükçe
düşünürdüm lakin o birileri bana o metinleri özetleyebileceğine, düşüncelerimi
cümlelere sığdırıp sloganlaştırarak daha etkili bir şekilde bana sunacaklarına
dair sözler verdiler. Paketli, el değmeden halka, uzun ömürlü… Tüketmem üzere
verildi bana bu ideolojiler, peşinden gideni cehenneme sürükleyen liderler,
kavmiyetçilik, batıla tayin sözler ve türevi her yeni şeyle birlikte.
Yeni olanın icadıyla eskiyi daha iyi yâd edebileceğim de
söylendi. Yeni cümleler kuruyor, yeni bakış açılarıyla bakıyor, eskiyi
yorumluyor kendimize çeviriyor, köşelerini kesip yuvarlıyor ve bir kalıba
oturtuyorduk. Her şey istisnası bile olmayan bir düzlemde öylece dönüyordu
işte. Kimsenin bir şikâyeti yoktu. Bakarak anlayamadıklarımı birileri sürekli
bana izah ediyor ve sunuyordu, daha fazlası Şam’da kayısıydı. Şam’ın düşürülmüş
olması, Doğu Kudüs’ün Batı Şeria’nın parçalanıp çiğnenmesi, Çin’den
Tacikistan’a Endülüs topraklarından Orta Doğu’nun kucağına kadar koloni koloni
düşünceler zerk edilmesi kimin umurundaydı? Batı’dan yürüyerek geleni koşarak
kucaklayan, Doğu’da zulüm göreni zalim olmakla suçlayan düşünceler
ürettiklerinde ikna edilmiştik çoktan. Hizipler, fırkalar, topluluklar kurarak;
mecmualar, kitaplar, cafcaflı yazılar yazarak halkı ihya ettiğimize
inandırıldığımızda zaten çok geçti her şey için.
Oysa bize parça parça zerk edilen her şey bir bütünden
ibaretti nihayetinde. Ayırdında değildik, olamadık. Öyle söylendi zira. Ve
inandık.
Filmdeki çocuğun eline kıracağını bildikleri halde
verdikleri yumurtayı taşıması gibi taşıdık bu inancı içimizde. Yol boyunca
kendimizden çok emindik, ne yumurta kırılacak ne de zeval gelecekti verdiğimiz
söze. Ama ne zaman içimizdeki iyiliğin tüm dünyaya yetebileceğine dair tuttuğumuz
o asıl inancı göğsümüzden uçurduk, o zaman ne yumurta kaldı elimizde ne de onu
kırmadan taşıyabileceğimize dair sözümüz sağlam durdu sadrımızda.
Velhasıl işin başında bu berrak su bizi ele verecektiyse de
suya salınan yemlerin güzel duruşuna, taze oluşuna karşı sarsılmaz bir
tokluğumuz olmalı, karnımızın gurultusuna rağmen. Hayat iyiliği göğsünde tutan,
kendini kötüye karşı sakınan ve hakkı haykırmaktan ibaret değil miydi özgürce?
Özgürlük beni yemleyenin kovasına sıkıştıktan sonra batmadan yüzmeye devam
edebilmem değil, kendi suyumda tüm oltalara, oltacılara rağmen bata çıka
ilerleyebilmem olmalı. Yılgınlıkla ne yüzdüğümü bilirim ne de doyduğumu. Yılgınlıkla
ne balık olduğumu bilirim ne de suyumu. Bu devranın kayıtsız bir şekilde
deveran ediyor görünmesinde aramıyorsam sorunu, iyiliğin berraklığına,
savunmasızlığına kızmakta haksızımdır, yılgınlıkla köşeye çekilmemle beraber
öne geçene, sırayı kapana, milletin hakkına girene yol verdiğime kızmalıyım. Bir
bende kalsa o iyilik, o iyiliği göğsümde gururla taşımaktan gocunmamalıyım.
20 eylül 2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder