Bu blogda ara:

26 Ocak 2025 Pazar

kuzgun

kuzguni rengi tanımadan bir kuzgun daldı geceye
ağzında taşıdığı bir taştı
böğrüne saplayıp uçtu gitti tek kelime etmeden
acı onu yutamadan kaldı kursağında,
tırmandı huzurundan hüznüne
geceleri başlayıp gündüzleri ara vermeden devam eden bu süreklilik yormuştu gerçi
silik bir buğu vardı göğsünde
yokuşları olan ovalar,
düzlüklerle dolu dağlar iltica ediyordu hikayesine
ıkınıp sıkınarak bir düş belledi ve yok oldu
hayal etmek bu kadar çabuk ve sebepsiz yere kimseyi
incitmezdi biliyordu

sakınmadan söyledikleri her gece bir yumruya dönüştü ve
sormadan geldi
haber vermeden gitmedi
ne zaman bir şey söyleyecek olsa
kuzgunun sapladığı taşa gitti eli
beklentilerini bir kafese koysa
o da bir gün kuzgun gibi uçup gider miydi
sorduklarına yanıt alamamak kadar büyük telaşe yoktur bu dünyada
avurdunu tırmalayan, gözlerine yaşlardan evvel dolan bu şeyi
kim neden icat etmişti bilmedi
ömrü vefa etmeyene dek öğrenecek de değildi
bildiklerimiz içimizde uslanmayan evveller taşır ki biz
neden niçin ne idüğü belirsiz ifadelerle
yarınlardan önce dünlerden bekleriz her yeni günü de katarak öşürümüze.

çınlayan bir kulaktan fazlasını istiyordum;
durmaksızın bekleyecek olmak kadar büyük bir cezayla
gitmelerin sonu vardıysa belirmeliydi ve uslanmalıydı artık
gelmekler
27125-

25 Ocak 2025 Cumartesi

yabancı

üstünde uzundur çalıştığı bir yazı var. ser verip sır vermeden gece gündüz onu yazdı. yaklaşık altmış gün, belki de daha fazla. kulağında sürekli çınlayan şarkılardan biri arada dikkatini dağıtacak oldu, sesini kıstı. şarkı bu kez zihninde veciz olmayan sözleriyle ordan oraya yankılandı zıpladı ve yol aradı. titrek bir mum ışığının önünü aydınlatmasından mütevellit yalnızca kısa günlerine özenen ve bezenen biriydi, bu yüzden şarkının da birkaç güne susacağını umarak yazıya odaklandı. aklında egemen kaçış düşleri, parmağında on marifet, gülüşünde alay, gözünde ela. olmasa mı şu da, olsa mı bu da ve sonunda tamamlandı: "yabancı" hazırdı.

anlık kalp çırpıntısıyla editörünü aradı, sesinden anlaşılıyor olmalıydı heyecanı. bir tıksırsa gönlünden tüm hissiyat boşalacaktı. ama daha var dedi editör. okumadan, sormadan, biçmeden vesair. kendisini kadim boşluklarından birine tuttu fırlattı bu cümle. boğazından hırıltıyla uçtu gitti hevesi ve fısıldadı: "neden?"

derin bir nefes almadı editör. bu da, söyleyeceği cümlenin derinliğini az çok ele vermişti. yüzeyde sürükleyecekti kıytırık kelimeleri: "sen daha iyisini yazabilirsin."
"ama okumadın bile." o artık tüm neşesi solmuş ve sıkılgan bir hissiyatla konuşmak zorundaydı. zira kelimeleri bir annenin kucağından koparılan bebeği gibi tiye alınarak koparılmış ve parçalanmıştı. "uzun zamandır yazmıyorsun." dedi editör. "bir çırpıda yazdığın şeyin iyi olabileceğini düşünmüyorum. dürüst olmak gerekirse.." bundan daha nasıl dürüst olabilirdin? diye geçirdi içinden. "daha iyi yazarlar başvuru yapıyor ve onlardan daha iyi işler çıkarabileceğini.. şu halinle düşünmüyorum." dolan gözlerini elinin tersiyle sildi, sesinin çatlamaması için derin bir nefes aldı. "daha yazımı okumadın bile." editör sabır timsali biri değildi ne yazık ki. onun editöre gösterdiği sabrın onda birini o ona göstermeyecekti. gördü bunu ve editör hırsla bir şeyleri yıkmak üzere ağzını açıp nefes aldığında kapadı telefonu.

içinde binbir uğraş vererek tuttuğu heyecanını telefon kapanır kapanmaz gözyaşı ve hıçkırık olarak karanlık odanın içine saldı. bilgisayarın rahatsız edici ışığından ekrana bir yumruk atarak kurtulmak istedi ama bu istekten çok çabuk caydı. daha taksitleri bitmemişti. dişlerini sıktı, hiç de sevmezdi dişlerini sıkanları. kendisine daracık bir mezar bulup girmek, anlaşılmak üzre verdiği kavgayı kendi dahil herkesin bir çırpıda unutabileceği göklere yol alabilmeyi umdu. giderse mutlu olur muydu, giderse mutlu olurlar mıydı? bunu hep düşünürdü lakin o yazıyı yazarken, ela gözlerinde o heves ve heyecan varken ölüm düşüncesi pek girmediydi aklına. ummak, bulmak, anlaşılmak meselesi bir editörün can sıkıntısına denk gelip havada kalmamalıydı. şimdi her yolun sonu uçurum, her kaydın sonu hıçkırıkla son buluyormuş gibi geliyor ona.
25125
dia.

20 Ocak 2025 Pazartesi

lili'nin şarkısı


Çok eski sözlerle yazılmış bir şiirdi
dudaklarımdan döküldükçe
karşımdakiler esniyordu
Onlar esnedikçe ben daha çok
okumak istiyordum
İçimdeki muhalif suret renkten renge sokuyordu
onların ruhlarını
Yarıya inmiş göz kapaklarının ardındaki
bozuk gözlerini
ayna gibi parlatıyordum
patlatıyordum göklerini

Lili'nin sırasıydı
Ezbere okuduğum şiir dilimden
çözülüp onların
kulaklarındaki kasetlerin
boğumlarına yerleşmedi
İsterdim ki dönsün dursun
onlar göz kırptıkça
okuduğum şiir
akıllarında

Lili'nin şefkatli bakışları vardı
Mikrofon istemedi; kısa bacaklarıyla zor
tırmandı sahneye
Sahneye çıktığında kimse
Lili'nin kısa bacaklarını fark etmedi bile

Lili kısık bir sesle başladı
Şarkısının melodisi başta
Klasik tıngırtıların arasına
gizlenen
her günkü bir gün batımıydı

Lili şarkıyı söylerken ağladı
Gözyaşları ağzının kenarlarından
dişlerinin arasına sızıyordu
Beni uyuklayarak dinleyen herkes
Lili'nin ağlayışıyla ağlıyordu
Lili'nin gözyaşı bile
her gün göze mızrak gibi saplanan
bir gün batımı gibiydi
Lili'nin şarkısında bir melodi eksikti
Bu yüzden o, gözyaşlarıyla bitirdi
gözyaşlarıyla söylediği o şeyi.
Şarkıyı yani.

26520-

13 Ocak 2025 Pazartesi

abesle iştigal

Kemiksiz dilimi dişlerim biliyor, şimdi bir de sessizlik beni biliyor. Ömrüm boyunca susmayı becerenlerden biri olmadım. Öne çıkıp konuşacak, kendimi belirginleştirecektim, vurgular yapacak, hayatıma dalacak, ayrıntılara boğularak beyaz bir bayrak sallamadan gerisin geri tersine yüzecektim. Buradan şu anlaşılmasın, ben dilini silahlaştırmış bir şövalye değilim. Gerçi şövalye de neymiş diyeceksiniz haklısınız. İsyan edip kazan kaldırmaktan korktuğum için kendime yeniçeriliği yakıştıramadım. Oldum olası provokatif söylemleri sorguladım. Osmanlı'yı karalandığı gibi görmedim, anlatılanları bir parya gibi dinlemedim ama ben de aldandım. Beni de yeyip bitirdiler cetvellerle ülke biçtikleri sofralarda. "Hasta" olduğumu iddia ettiler. "Adam"sın dediler sırtımı sıvazlayarak. Lakin hep bildim bende aşikar olanı ve benden mütevellit tiksinti uyandıranı. Ne de olsa kanım bir yahudi kanından daha değersizdi, vadedilmiş topraklar meselesiyle tüm soykırımlar aklanabilirdi, günlerin beni oradan oraya sürükleyişinin de politik olduğunu burdan çıkardım. Haberler bangır bangır Amerika'nın alevler içinde kaldığından herkesi haberdar etmek üzre muhabirler bağladı ekrana. Canlı yayınlar donuktu, çığırtkanlar bir martıdan halliceydi, kavgalar vasat ve sponsorluydu. Bundan sebep kumandanın kırmızı düğmesine herkesten önce basıp başımı alıp çıktım bu tevatürden. Öyle sandım.

Bir gönül meselesinden vurgun yemeseydim daha mümkün olacaktı duraklamadan yürümek. Nasibimde olmayandan nasibimi aldım ve suçu üstlenerek tükettim önce kendimi, sonra yolu. Herkesin hikayesinde bir kötü karakter vardı ve benim adım kötüye çıkmıştı çoktan. Baktığım yönün, duyduğum kelimelerin benim sesime kulak verilmeden kulak ardı edilmesi çok yaraladı beni. Ardımsıra söylenenler, yüzüme karşı hicvler ve gözyaşlarının arasında gözlerimdeki yaşı göremeyenler. Karar belliydi. Bu tarih sahnesinden, çığırtkanların açtığı yoldan süzülecek, sorgulamayacak, aramayacak ve bulmayacaktım. İşgalciler kafamı koparsa da sesimi çıkarmam yasaktı. Ne de olsa artık iz bırakmak gibi ne hırs ne azim taşımayan öylesine bir varlıktım. Her gece kabuslar görmemin, her sabaha uyandığımda boşluğun içinde kendime bir yer beğenmemin hesabını kimse kimseden sormadı. Beklemedim, her şey politikti ne de olsa. Çıkarlar söz konusuydu, işin içinden çıkamıyorsan eleştirmeli, bağırmalı, reddetmeli ve tüm suçu yükleyip hakkının hesabını sormalıydın. Olması gereken buydu. Herkes biliyordu, benim dışımda. Ömrüm boyu boyun eğerek, herkesi memnun etme çabası içinde kendi nefesimin soğuk penceredeki buğusuna buruk bir tebessüm çizerek yok olmanın eşiğine geldiğimi görmedi kimse. Kimse konuşmadı, kimse sormadı, kimse omzumdaki yükün ayırdına varmadı. Toparlayamadığım aklıma bir dolap koymak istemiştim, o da olmadı. Okuduğum kitaplar, gülüşler, nefret dolu bakışlar, haykırışlar, geçmiş gelecek, bugün, güncel meseleler, yangınlar, vahşetler, yalanlar... Hepsi ortalığa saçıldı. Tüm karmaşanın ortasında hıçkırıklarla sarsıldım.

Kemiksiz dilimi dişlerim biliyor, kan tadını alamıyorum zira boğazım kupkuru. Gözümün önü karanlık, aklım buğulu. Helal etsin hakkını, boğazımdaki yumru. Artık titrek gözler ve akıcı sözlerle bir kurgunun etrafında dört dönemem ve siyaseten bir tutsak gibi yasaklı yayınlar neşredemem. Kolumu omzuna atamam sevdiklerimin zira kolum aşağı düşerse vurulurum keskin nişancılar rock parçaları dinlerken vuruyorlar bebeleri, abesle iştigal ederek abesten mezkur nedir bilmiyorum. Sokaklara döşenen patlayıcılar kimin ayağının altında takırdarsa bitmiştir oyun. Ayağımın altından tiktaklar geliyor duyuyor musun? Görüyor musun bu muhal yolu? İstikamet yol boyu tükenerek gitmek üzeredir, demiştim ki bir ara "Kaçmak da bir kaderdir." Sabırsızlığıma ve aceleme rağmen zamanı durdurmuştum içimde ve gülüşme sesleriyle bir oyun tertiplemiştik biz bize. Dünya hayatı da bir oyunduysa ve bu oyunu kuranın kimin adamı olduğunu bilmiyorduysam ben manipüle mi ediliyordum? Medya? Bürokratlar? Aktivistler? Avukatlar ya da hakimler? Ya da öğretmenler? Önde kim kamete durduysa ardından gelenlerin dolu dizgin yazdığı bir hikaye değil miydi tüm bu olan bitenler?

Kemiksiz dilimi. Kanın tadını. Kupkuru boğazımı. Dolan gözümü. Daralan göğsümü. Sıktığım yumruğumu. Kırdığım dişlerimi. Parçaladığım avurdumu.

Gökyüzü berrak, renkler acımasız. Dağılıyorlar birbirleri içinde huzur arayarak. Mavi ve mor. Gök ve leylak. Artık siyahın beyaza karıştığından daha gri bu semanın rengi. Yerlerde taşlar, büyük büyük. Engeller, tümsekler, görünen ve görünmeyen. Söylesene bu kimin gördüğü, kimin görmekten imtina ettiği ve. Kimin? Kabule değer, hükümsüz de biraz. Az biraz yürürsen ve yolun ucunda o aynayı görürsen tekrar sor, tekrar kır, tekrar yapıştır ve tekrar. Görürsen. Göremezsin.

14 ocak 2015.