kuzguni rengi tanımadan bir kuzgun daldı geceye
ağzında taşıdığı bir taştı
böğrüne saplayıp uçtu gitti tek kelime etmeden
acı onu yutamadan kaldı kursağında,
tırmandı huzurundan hüznüne
geceleri başlayıp gündüzleri ara vermeden devam eden bu süreklilik yormuştu gerçi
silik bir buğu vardı göğsünde
yokuşları olan ovalar,
düzlüklerle dolu dağlar iltica ediyordu hikayesine
ıkınıp sıkınarak bir düş belledi ve yok oldu
hayal etmek bu kadar çabuk ve sebepsiz yere kimseyi
incitmezdi biliyordu
sakınmadan söyledikleri her gece bir yumruya dönüştü ve
sormadan geldi
haber vermeden gitmedi
ne zaman bir şey söyleyecek olsa
kuzgunun sapladığı taşa gitti eli
beklentilerini bir kafese koysa
o da bir gün kuzgun gibi uçup gider miydi
sorduklarına yanıt alamamak kadar büyük telaşe yoktur bu dünyada
avurdunu tırmalayan, gözlerine yaşlardan evvel dolan bu şeyi
kim neden icat etmişti bilmedi
ömrü vefa etmeyene dek öğrenecek de değildi
bildiklerimiz içimizde uslanmayan evveller taşır ki biz
neden niçin ne idüğü belirsiz ifadelerle
yarınlardan önce dünlerden bekleriz her yeni günü de katarak öşürümüze.
çınlayan bir kulaktan fazlasını istiyordum;
durmaksızın bekleyecek olmak kadar büyük bir cezayla
gitmelerin sonu vardıysa belirmeliydi ve uslanmalıydı artık
gelmekler
27125-
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder