Bu blogda ara:

30 Aralık 2024 Pazartesi

buna bir son ver.

Seslendim, duydun
"Buna bir son ver!"
Koştun, yetişme ümidi taşımadan
bunun böyle olduğunu annesinin karnında ölen bir cenin bile
Daha hızlı koştun
Daha yüksek sesle bağırdım
"Artık dur! Bunu durdur!"
gidebileceğin yolların hepsinin sonunun hangi uçurumun dibine denk gelebileceğini

Şimdi bir zincirin boynundan kopuşu gibi kopuyorsun
Ellerinden dökülüyor taşıdığın umudun bütün katreleri
damla demekten hicab duydun zira bunun utanmaya değer bir muamma olduğunu
Artık durmak istemediğini söyledin
Duymak
Görmek
İncinerek tükettiğin onlarca nefesin çetelesini istedin
Bir kabre yaklaşarak ve kendin için bir çukur açarak teessüfler ettin
senden önce gidenlerin senden fazla bir hikayesinin olmadığını

Bu şiirin denk geldiği bir hüzün zerresi vardı
Her gün o yokuşu tırmanırken aklımda deli deli sorular
aklımı kurcalardı aklımı almak üzre aklıma pusu kurarlardı
Soldan sağa
Sağdan sola
Kalbimin içinde envai çeşit tıkırtılarla parmakları üstünde yürüyen bir ihtiyar yaşardı
her gün ömrünün son gününün geldiğini düşünerek gülümseyen gülümsedikçe ömrünün son gününün gelişini bayram gibi bekleyen
bir ihtiyar.

Sokuldukça dibime nefesini hissederdim kesik kesik
bittiğini sandığım bir hikayenin her gece ayrı bir versiyonunu yatağımda döne döne dinlerken
Uykusu gelirdi ihtiyarın
Tepemde neden burada böyle niçin artık nerden geldiğimi,
geleceğimi
gideceğimi
gittiğimi sorgularken ordan burdan sağdan soldan bir hüzün gönlümün avurduna oturur
avuçlarını açar yalvarırdı Yaradan'a.
Seslenirdi kuru bir dudakla
Tıknaz bir ağızla
Doymaz bir boğazla
Her gece niçin neden ve kimsenin bilmediği bu ihtiyara maruz kaldığımı
anlatsın isterdim birileri
bulsun isterdim anlatacak ve anlattığını anlayacağım bir dahi

Gecelerin ilerleyen zamanlarında ve artık zifiri karanlığın dibine ulaşan o renk tayfının buharlı kuyruğunun ucunda
gezinirdi biri
gözleri ne yeşil ne sarı ne de
Titrek bir lambadaki silinmez gülümsemesiyle orda öylece durur ve ihtiyarın
ihtiyacı olanın dinlenmek, çokça
dinlenmek ve anlaşılmak olduğunu söylerdi
Her gece ihtiyardan sonra beliren bu ela gözlü bahtiyar güleç kişi
ihtiyarın ihtiyaten dinlediğim hikayelerinin ardından
ilaç gibi gelirdi
Artık geceler ihtiyarı dinlemenin sıkılganlığından çok
Bahtiyarı bekleyişimin sancılı ve sabırsız tiktaklarına gebeydi
Yer gök
Çayır bayır ve timsal
Onu beklemekle güzelleşti ancak bir gün
Bahtiyar renk tayfıyla beraber ortadan
kayboluverdi

Durup boğazımda titreyen o duygunun orada kaldığını
nefesimi sineme dar ettiğini bile bile uzaklaşan sen
Koştukça uzaklaşan
Kovaladığımca kaçmayı kendine iş bilen renklerin heveslisi
Artık var ettiğin bu bekleyişi
Bir ziyana dönüştürmekten çok bir ödülle taçlandırman gerekmez miydi
Küçük harflerin iş bilir manidar duruşu ile
büyük harflerin netliği arasında bir mesafede
Tükendikçe tükettiğini görebilseydin
O ihtiyara ne gönül bağlayarak yoldaş olduğumu
onu dinlediğimi ve neredeyse tamamen anladığımı
tüm bu olan bitenin seninle başladığını ama bende tamam bulduğunu
Görebilseydin renk tahtının akıllara zarar veren hükümdarı


Günler onu beklemenin halimi berraklaştırdığı
yüzümü görenin halimi
halimi bilenin yüzümü gördüğü günlerin bir bir arttığı lakin
Onun gelmediği gecelerin ihtiyarın hikayelerini bambaşka kurgularla süslediği
İhtiyarın ara ara durarak benden de hikaye dinlemeyi arzu ettiği akıl almaz bir döngüye hapsetti kendini
Birlikte hem gerçeklerden hem de peri masallarından söz ettik
kabirlerden, ölmekten ve doğmanın üzerimize bıraktığı hem aciz bırakan hem de şanlı yükünden
zaman zaman gülerek ve gözlerime dolan özlemin buharından kendimize
Birbirimize şahitliğimizden
Birbirimizi anlamaktan ve dinlemekten mesut olduğumuz
İçremizde kor gibi olan velakin anlattıkça azalttığımızı gözlerimizle gördüğümüz neler ve neleri paylaştık
Görmedin, görmek istemedin yahut görevin
Bunları görmeden gidivermekti dedim

Dedim tuttum gönlüme işledim beklemekle sükun bulan bu anı
artık titremek varsa da bağırmak çığlıklar atarak yakınmak vurmak kırmak ve yüksünmek yoktu
O yaşlı bedenin sahibiyle yürüdüğümüz yollarda bulduklarımızı birbirimize değişmediğimiz ne çok
Artık beklemekle tüketmek arasında fark vardı
bir gece sen
gördüğünü renklere bulayan ve anlam verdiğin renklerle çıkıp geldin
Ben ve ihtiyar kalbimin köşesinde oturmuş
Duvarları yumruklayarak bendini delen bir gencin hazin öyküsünden kupleler paylaşıyorduk birbirimizle
Oturdun dibimize
Daha çok bana yakın ama uzak da durmadan ihtiyardan yana
O gecenin ardından hiç gitmedin ve böylece
geri dönmeye ihtiyaç da duymadın zira
Burdaydın
Her zaman olduğun gibi.

30aralık2024
sanırım senenin son şiiriydi.
dia(dilara.

29 Aralık 2024 Pazar

firak.

birbirimize ne kadar yakınız. aynı zamanda ne kadar uzak. şartlar bizi uçmaya sevk edecekken yerde ayak bağı olacak birkaç bahane bulduk da emeklemeye mahkum kaldık. niçin bu halin sorgusunu yapmaktan beri durduğumuzu izah edemiyoruz. ne sen bana, ne ben sana. tarih halklarımızı kevgire çevirip aramıza nifaklar sokarak yol alanların çabasına hayran olduğu için başımıza gelenlerin failini bulamıyoruz. aynalarla da aramız iyi değildir zaten. hiç olmadı.

günler bir tekerrürle aramızda dönüyor. sen uzaklaştığında buz kesiyorum lakin yaklaştığını görebilir miyim, ömrüm yeter mi buna bilmiyorum. sormaya gücüm yok ama sormazsam gözlerim açık gider diye düşünüyorum. düşüncelerim bombardımanlara uğramış, aklım mantıklardan firak iken seni kalbime nasıl ulaştırabildim bilemiyorum. kestiremiyorum, saçlarımı da kesmiyorum. boyamıyorum gözlerimi, doldurmuyorum kulaklarımı ve sıkıştırmıyorum ellerimi insanların nazarına. içimdeki sima kenarları paslı bir aynanın sırlı yüzeyinden kendine endamlar beğenirken sana tutunuyorum en çok. ama senin tutunduğun ben miyimdir, bilmiyorum. ne çok kesafetli hüzün cümleleri kurdum. ne çok ağladım ne çok bağırdım. bir düzen oturtamayışımın, oturduğum yerin bir düzeni ihtiva ettiremeyişinin ve en çok aklımın bir düzene mukabil bir duruş sergileyemeyişinin kurbanı oldum. kurban psikolojisiyle hareket ediyorum zira ayaklarımın da sahibi olamadım. yürüdüğüm patikaların başta hangi şahika yollara benzediğini sana söyleseydim inanmazdın bana ama hikayenin sonunda bağır çağır "ne işin vardı orda" derdin mutlaka. artık içimde anlatamadıklarımın çetelesini tutmuyor ya da yaralarımın ucu açılmış kanlı yanlarını bile isteye kaldırmıyorum çünkü o anlarda aklımın teranesinde dönen bağırtılı rüzgarları sen duymadın, gördüğüm dehşetengiz manzaralarda sen gezinmedin, hissettiğim boğumlu duyguları gönlünde sen biçmedin. bilemezsin işte. bilebileceğini düşünseydim düşmezdin yüreğime. artık neyin ne olduğunu düşünmektense ne olduğumu tasarlayıp duruyorum. bilsem bu yol aramıza sandığımdan daha derin bir uçurum koyar, o zaman bundan vazgeçer miyim bilmiyorum.


şimdi burjuvaların köy halklarını ötenazilere zorlar gibi çulsuzluğa mahkum etmesine benzer tutumla kendimi bir uzaklığın ve aslında yakınlığın çepeçevre kuşattığı bir sineye hapsediyorum. bu yolun sonunun nereye çıktığını kimseye soramadım, kimse de söylemedi. bu yolun kime çıktığını az çok biliyorum ama. artık.

291224
dialara.

22 Aralık 2024 Pazar

bu sonun bir başlangıcı var


bu sonun bir başlangıcı var
her bitişin gözlerinden öptüğü gibi

sıkı sıkıya tutunduğu bir yalan
kadar güçsüz bir ipti elindeki
son kertede nefesinin buğusuyla bir arzuhal yazmıştı dünyaya
ağlamak içinden gelir iken
ve sıkışır iken geleceğin mengenesinde
bir hayal kurdurdular kalbi mutmain olmadan
bir yol izlettiler haritasını parça parça eylediklerinin ertesi
yola düşürdüler de ne arayacağını söylemedilerdi
tutuk, muğlak ve sıkışmış ruhunda bedeni
yaşlanan ve sürekli yas tutan bir emanetti ondaki
dünyaya yaşamak için geldiğini söyleseydi
en tuturuk çırayla yalan ateşini büyük bir aleve döndürecekti
ama kimse ondan bir açıklama istemedi
şirazesi kaymış, yılgın
tuvalindeki resmin ayarlarıyla oynadığı için
ustası ona kızgın
elleri titreye titreye seçti renk skalasından nar rengini
boğazından sökün eden dem*i görmeseydi
ilham geldi diye vuracaktı doğrunun kellesini

bu doğrunun bir yalanı var
her palavranın gözlerine çektiği mil gibi.

221224

*dem: kan (arapça)

15 Aralık 2024 Pazar

kağıt kesiği alın yazısı

nasıl olduysa günübirlik yaşantıların arasında
sadelikle bezenmiş bir aydınlığın ruhuma
kanatları kopmuş ama rüyalarında uçtuğunu zanneden o kuşa
kimbilir kim bilmem kimin nesinin her şeyini kaybettirdiği bir adama
uzaklaştıkça yaklaştığından emin olduğum bir yarına

günler sızı şeklinde aşık bir adamı sırtından boğazına kadar bir ağrıyla
karşıladı ve o adamın
adından önce ruhuna gergef olmuş bir sicimi vardı
yılana benzediğinden her çile çözümünde tıslardı ve insanlar
adamın şahmaranla bir hikayesi olduğunu sanırdı
şifacılıkta eli eteği olmasa da bu ün ve bu tuzak
belirgin olmayan bir gelecekte onun ayağına dolandı
adam askerlerin kapıya yığıldığından habersiz günden umudunu kesmişken
kraldan çok kralcılık yapanlardan bir mangaydı kapıya gelen
ellerinde siyaseten elde ettikleri kanun boşlukları
başlarında tüylerini yoldukları kuşların ruhları gezer
derken öne çıktı biri
ve ona şahmaranın adresini caddesinden kapı numarasına dek teferruatıyla
çömezlerden birinin alnına yazmasını istedi
şaşırdı bizimki ve öteki herkes
zira ülkenin ticareti kağıt üstüneydi
kağıt zenginiydi hatta öndeki kerkenez

çömezin anası, oğlunun alın yazısının bir
yol sorma bahanesiyle kirletileceğini bilseydi
karnında bir yılan taşıdığını haykırıp idamını isterdi

bizim adam, titreyen ellerle bir şeyler karaladı garibanın alnına
o an bir zelzele olsa da
herkes yerin dibinde kiracı olsaydı dedi içinden
tık nefes oldu yazarken
garibanın gözlerinde anasının bakışları
ruhuna işlenmiş önü arkası bilinmeyen bir gurbet acısı

seyircisiz bir yolculuğu oldu manganın
ara ara oğlanın alnına bakıp yollar aradılar
şahmaranı buldukları an dünyalar onlarındı güya
dünya sahi kime kalırdı diye sordu gariban içinden
alnını kirletenden, ruhuna zerk edilen korkudan ve kederden
anasının boğazına borç edilmiş hasretten
herkese birer yama biçti re'sen
emir büyük yerden miydi bilinmez
ama kağıt zengini adam ağaçlara insandan çok kıymet verirdi
bu gerçeği kral da bilir amma velakin
ses edemezdi
korkardı kağıtların elini kesmesinden
ne de olsa babası on dokuzuncu tufanı
bir kağıt denizinin ortasında son anda
kağıt boyunduruğuna sığınmışken kaybetmişti
boğazından yakalamışlardı önceki kralı
karısı bu acıya dayanamamış, bütün kitaplarla yolunu ayırmıştı
kanun, kural, kaide, anayasa
hepsini garibanların alnına yazdırmıştı

şiirin boynuna vurulan eşiksiz muamma
Yollara dökülen kadının su kırbasından(gözlerinden) sızan damlaya
şimşeklerin insafına tırmanan ışığa
bugünden yarına, sudan havaya, sabırdan aceleye ve aleacele yok olana

dinmeyen bir inatla yürüdüler şahmarana
alındaki adresten umutlu ve şifadan yana çaresiz
ellerini açmadan, yalvarmadan diz çöktürerek aramaya
alışkınlardı
buluşkunlardı
boğulmuşlardı aslında o tufanda ilkin
bir afla binbir telaşla battıkları gibi çıktıklarına aldırmadan
alın yazısı bir adresle sorup soruşturdular
uydurma bildiğimiz yollar birden
bilenler tarafından doğrulandı
kafalar yönleri, diller tarifleri doğurdu
parmaklarla gösterildi
ve şahmaranın kafası yol gösterenlerce vuruldu aslında


bizim adam sicimini gömdü toprağa
ya onu gömecek ya da kendini boğacaktı
anlatılan oydu ki bizimki
iki ahtan birine vah etmeyi yeğlemiş
derken bir eylül ya da nisan sabahıydı
yerin altından usulca sürünen bir yılanın kağıttan dili
boğazını kesti de
aynı zancılar bu sefer
şahmaranın ayrılığına dayanamadığından dem vura vura
adamı tarihe gömdüler

kesif kesifken taviz vere vere duruluğa
görünmez bir yolken yürüne yürüne bir patikaya
bir köklü ağaçken söküle söküle arkası görünen bir kağıda
şişe şişe patlayana
yakılmadan yanana
yanınca söndürülene ve
yoklaya yoklaya bulana

nasıl olduysa bir gün
günübirlik bir yolculuk sırasında
sicimin bulunduğunu
tıslayan sesinin yeni bir kara habere konu olduğu
ve askerlerin
alnı ak gözü pek
anasının kuzusu
sesli yutkunan bir çömezle yola koyulduğunu
yazdı gasteler
kağıtların egemenliğinde
şekle şüpheyle
şahmaranın bedeni çürümeden inandılar dirildiğine
sürüngenlerin intikam aldığı
aşık bir başka adamın boynuna bir eza
diline bir boğum
içe çöken hüznün ansızın dağıldığı
uçsuz bucaksız bir anda
uçurumların yok ettiklerine
selam ile
başladı bir başka hikaye
yakınlarda yahut uzak bir ülkede
kağıtların ya da başkasının egemenliğinde
tırmandı sızı
yandı yanmadan karınca
yaktı yanarak karga.

151224
dia
(dilara.

10 Aralık 2024 Salı

fincan kahvemin hatrına fotoğrafladım bu anı

Neresinden bakarsam bakayım bir yanılgı içerisindeyim. Zihnim düşüncelerin etrafında dört döndüğü halde hiçbirine kesinkes uğramıyor. Şiddetli bir arzuhalin eşiğinde, elimde çay, bisküvi, Ömer'in sevdiği rapçilerden birini anlamaya çalışırken hayalimin içinde binlerce "diss" ayrılık, binlerce parça, binlerce muamma, binlerce rejim, binlerce muhalif, binlerce taht oyunu, binlerce "occupation" and "revolution". İyi bir ikili, uyuşmaz bir üçgen, içli bir dört göz, beş ayrı şık opsiyonun arasında birbirine en çok benzeyenini seçmeye çalışıyor ve zorlanıyorum.

Anlayamıyorum. Ne sözleri ne de ahengi. Sürekli izlemekten dolayı eşsiz serotonin yüklü, alışkın, yerinden bir hayli mutlu ve hiç olmadığım kadar boş bakıyorum. Tavanda çizdiğim suretler birbirine benziyor, estetik algıların sınırları ve kaideleri içinde mükemmel şaheserler. Altın oran. Çene, burun, dudak, alın bişektomi, jawline falan süper. Ama naparsam yapayım zihnimi kurcalayan anlama telaşından el etek çekemiyorum, etek giymeyi de sevmediğim halde. Eskiden çocuksu pantolonlar favorimdi, sonra nerden geldiği belli olmayan idüğü ödüğü hödüğü belli olmayan maskülen-feminen-nonbinary-bilingual-antisocial kılıkların içine girerek tükendik. Tüketerek üretmenin sahici göründüğü konusunda herkes hemfikirdi. Ne de olsa devir Cesur Yeni Dünya'dan hallice falan değildi, hiçbirimiz Vahşi değildik, somalarımız yoktu, alfa beta gama game over diyemezdik birbirimize. Ama bitiktik. Ekonomik buhranların içinde paket gıdaların birinden ötekine rafine zevkler edinmiştik ama fakirdik. Vizyonu zengin fakirler.

Tarık Tufan'ın hüzünlü mısralarından çıkmışçasına kederli, Victor Hugo'nun karakter isimlerinin zihinde yarattığı boğuk yankıya sebep olacak düzeyde birbirimize benzer ama huzurluyduk. Herkes huzuru aramış ve bulmuştu sonuçta. Kimi bir yar ile eleleyken, kimi bir kahve içimi fotoyla kitap hüpletirken, kimi betonarme şehrinde zihninin imkan verdiği ölçüde temiz havayı teneffüs ettiğine en çok kendini ikna etmişken...

Demem o ki tüketen ama sosyal varlıklarız işte hepimiz. Hodri meydan. Sen ordan aç kamera, ben burdan tutayım elinden ve dünya bayram olsun. Kimse bizi yargılamasın ama biz herkese bir kulp takalım. Sevgilerin içini boşalttığımızı dünya alem bilsin ama biz en ala sevgiyi nefreti dibine kadar yaşadığımızı ballandıra ballandıra anlatalım. Sanmış olalım, ne çıkar? Yarından tek beklentimiz ne giyeceğimiz sonuçta. Öyle küçük mutlulukları olan, öyle duru öyle sıradan insanlarız sonuçta hepimiz. Kaldırımların üstünde hollywood yıldızı gibi giyinmek istememizin neresi yanlış? Neresi doğru savaş ve barışın? Taraf tutmak zorunda mıyız? "Kör, sağır, dilsizdirler" ayetinin kafiyesine şapka çıkararak müslümanlığımızı ispatladık sonuçta. Hem gözümüzün önünde parça parça cesetler varsa nolmuş? Arkaplanından haberiniz var mı sizin? Kim kimin kuyusunu kazıyor bilmiyoruz sonuçta. Parçalanan bebeklerden bahsettiğinde humanist olduğunu mu sanıyorsun sahiden? Sen ne anlarsın felsefeden hümanizmadan? Algılarımın şerit şerit kesilmesiyle alakası yok bu dediklerimin.

Arkaplan kelimesi de epeyi havalı bu arada. Background falan, space, x, share, viral, social, virtual, artificial. Sanat yapıyor adamlar sanat. Şiddeti sanatla örseleyerek yok ediyorlar büyük hokkabazlık. On bin dolar versen böyle seyir zevki elde edemezsin, daha neyden şikayet edersin? Patentini aldın mı bu yasak düşüncelerinin? Putçuluk falan diyorsun, kanıtın var mı? Yine şapka çıkarırız bulursan, sonra senden de nezaketen çıkarmanı isteriz, işin raconu bu. Racon macon bilmem diyorsan kim "arrested" tahmin et. Evet oyunu biz kurmadık ama iyi oyuncuyuzdur hepimiz. Bu arada kimin ağzı iyi gaf pardon laf yapacak ve "freedom speech" ödülüne layık görülecek? Bizim tarafımızdan. Evet kaçırıldım ve taraflarından.

Sorguluyorum. Sahiden dünya tersine dönse falan her şey iyi mi olacak? Ben buradayım, sen orada. Anlamaya çalışarak ömrü tüketmekle tükendiğimi iddia ediyorum ve haklıyım. Ve artık reddediyorum olan biteni. Ne doğru, ne yanlış, nerde ne yenir, nerde ne pişer ve kim ne zaman yalan söyler? Fikirler ne zaman çığırdan çıkar ve çığır açacak fikirler ne zaman çizmeyi zorlar falan.

Cevap bulmaya niyetlenseydim bulurdum, görmeye heveslenseydim bakardım ancak havalar soğuk, karı daha yeni uğurladık, botlar ayağımızda, yelkenler açık, rüzgar bol ama o okyanusun eşiğine bile erişemediğimi biliyorum. Bana eşiklerimi geri ver diyen Cengizhan Konuş, her seferinde gençken alınmayan canına şiirler okuyan İsmet Özel, üç hececi, beş satırcıların kuşbaşı doğradığı edebiyat.. Vesselam dünyanın hali hal değil. Dünya bu haldeyken benim halim kalsın köşede. Ben böyle iyiyim. Yanılgı yanılgı büyüyecek bir doğruluk payı vardır herhalde, yoksa da canımız sağ olsun. Ben o pay bölüşümünde doğruya denk gelemezsem de kaderimdir der çekerim. Evet. İşime gelince kaderci işim yoksa kederciyim. Laf ebesi olmayıverseydim, rapçilerle aşık atabilirdim diyebilir miyiz? Ömer yanıtlasın. Her şey onun başının altından çıktı sonuçta.

10 aralık 2024
dia (dilara.

1 Aralık 2024 Pazar

yarının sahibi Allah'tır

Günün sürekli aramızda dönüp dolanmasına imreniyorum. Boşluğu kucaklamak, çıkarların daha berrak bir biçimde gün yüzüne çıkışını izlemek, manipülatif cümlelerin arasında kendime dair bir şeyler aramak.. Bunlar çocukken yaptığım şeyler değildi. Velhasıl ben, çocukken günlerin bu denli hızlı ve aman vermeden geçip gidebileceğine de ihtimal vermezdim çünkü endişelerim çok başkaydı.

Bir çiçek yetiştirememenin hüznünü taşırdım içimde zira elimde bir çiçek öldürebileceğim düşüncesi alıkoyardı beni, saksılardan topraktan ve tohumlardan. Ve ben, kendim adına en adil olan şeyin topraktan gelişimi çamurlaştırmamak düşüncesi olduğunda karar kıldım çünkü o sıra epeyi yağmur yağıyordu ve şemsiyeler çok pahalıydı. Kararlarımın beni garabete sokacağından endişe duyarak yarın üzerinde planlar kurmamaya and içtim. Çok büyük değildim, feci şekilde hastaydım yirmi iğne yemem gerekiyordu ve hemşirelerden o dönemden sonra tamamen nefret ederken büyüyünce doktor olmayacağımı da o zamanlar anlamıştım. Bir şeyler yemek içimde bir öğürtü hissi uyandırıyordu, annemle her sabah ve akşam sağlık ocağına gitmemiz gerekiyordu ve bunu on gün boyunca sürdürebileceğim düşüncesi bile kusmam için geçerli bir sebepti aslında. Derken o gün olumlu düşünmenin, yarınla ilgili planlar yapmanın ruhum üzerinde açtığı yara üzerine konuştum kendimle. Konuşma çok uzun sürmedi çünkü yaşınız nispetinde kendinizle ciddi konuşmalar yapıyorsunuz. "O günden sonra.." da demedim o günden sonra, çünkü "o günden sonra" demem için o günün benim üzerimde neler çiziktirdiğini tarafsız bir gözle görebilmem, epeyi zaman devirmem gerekiyormuş, bunu da anladım ama hangi gün anladığımı kestiremiyorum.

Çamurlaşmak, demiştim. Eski nesil yazarların iyiyi saf iyi ve kötüyü safi kötü olarak yansıttığı dönemler gibi bir bakış açısını edindiğim o belirsiz güne döndüm çamurlaşmak deyince. Çünkü bana göre hayatımı "çok iyi" yaşamam gerekiyordu ve ben maddemdeki o toprak kokusunu ara ara bataklıktaki leş kokusuyla karıştırdım, kanımca. Bundan dolayı ne çamurlaştım ne de verimli bir topraktım. Çorak da değildim ama zordu benim için kaim kalmak. Aramızda dönen bu günler herkesi sağa sola devirirken ben.. Ayakta kalırım sanmıştım. Çıkarlarım olmaz, kimseyi yönlendirerek yoldan çevirmem, giderken yalnızca kendimi düşünmem falan diye çok düşündüm çok da yanıldım. Kepaze bir yaklaşımdı. Herkesi eleştirmenin en kötü yanı, aslında herkese gizli gizli imrenmektir.

Çocukken endişelerim çok başkaydı ama aslında en büyük endişem değişmekti benim. İnsan çok endişe duymamalı zira yarının sahibi Allah'tır. Bunu o zamanlar annem çok söylerdi ve çok iyi algılayamadığım bir olguyu defalarca duymanın şaşkınlığını yaşar dururdum, midem de çok iyi değildi keza. O zamanlar yarını bir köşeye bırakmanın önemli olduğunu anlamıştım ve bu bana yetmişti zaten.

11224

28 Kasım 2024 Perşembe

her şey benim elimle çok güzel olsun istedim.

 


görünen ve görünmeyen üzerinde yüz bin safsata uçuşsa da ben
tabiatın hiç titremeyen gövdesinde depremlerle sarsıldım,
eni boyundan geniş yolları daracıktı gözümde,
tabiatın-tabi olanın.

koştum yetişemedim,
yetişeceğime inanmadım

kimselere kim olduğumu söylemeden 
her nefes verenin kimlerden olduğunu bilmek gibi bir heyulaya kapıldım
pazar ertesiydi
yeni bir başlangıç diye sayıkladığım her şey 
eski bir bitişin koynunda sızlanıp duruyorken
annem yaşlanıyordu
babamla birlikte
günler geçiyordu zira artık çocuk değildim
zihnimin idraki bedenimin tükenişinden yavaştı

her şey benim elimle çok güzel olsun istedim
tüm dünyada bayram olmasa da şenlikli olsundu gitmeler
ardından ağlatanlar dahi güzel sözlerle terk ediversindi
bu alemi.

sabretmedim, bir yandan
geceler sabaha ersin de istemedim
inanmadım gecelerimin gündüzü göreceğine
ordan burdan edindiğim sayısız çanak çömlekle kendime
iyi bir şeyler pişirdim
ateşini ben getirmiştim, 
üç günlük yerden

üç günlüktü dünya
nazirelerde boğulduğum dünya
derme çatma kelimelerle seksen yıllık bir şairin zihnine hayran hayran bakarken
manası yüzeyde boğulan kelimeleriyle yanımdan
öylece çekip giden dünya
ne bekleyebiliriz artık yarından?
ummak bizi silkeliyorken yalandan
artık gerçekler bize ne verebilir umutsuzluğun baskıladığı
fecr vakti düğümlenmiş ağızlarla öylece eli açık beklediğimiz anlar dışında
ne bulacağızdır
aradığımıza eriştirir mi bizi bu dünya
yahut
yoksa

281124*
dia.


25 Kasım 2024 Pazartesi

kovada berrak balık.

Amma velakin acizim. Berrak bir suda yüzen küçük bir balık gibiyim, su derin olsa dahi berraklığı beni ele veriyor. Dünya, düzen, sistem.. İyi olanın iyiliğine acımıyor. Çok sürmüyor ben de iyinin güce yenik düştüğünü zannettiğim an yılgınlığı satın alıyorum. Pahada ağır ancak kötünün karşısında epeyi hafif kalmış olmak en çok burkuyordu beni, köşeme çekiliyorum. Elbette bu da birilerinin işine geliyor. Aldırabilecek durumda değilim, diyorum kendi kendime. Çünkü ne öyle ne böyle.. Bu savaşın ortasında belirgin bir yerde rol alamıyorum. Belki de siyaset savaşları vermeli ve ben de ikili oynamalıyım, iyilik yapıyormuş gibi görünüp perde arkasında katillerle el sıkışmalı, onlara alkış tutmalıyım.

Zihnimi çepeçevre kuşatan bir sis var, önümü göremiyorum. Birileri seslendiğinde ancak yönümü tayin edebiliyorum. Okudukça okurdum, düşündükçe düşünürdüm lakin o birileri bana o metinleri özetleyebileceğine, düşüncelerimi cümlelere sığdırıp sloganlaştırarak daha etkili bir şekilde bana sunacaklarına dair sözler verdiler. Paketli, el değmeden halka, uzun ömürlü… Tüketmem üzere verildi bana bu ideolojiler, peşinden gideni cehenneme sürükleyen liderler, kavmiyetçilik, batıla tayin sözler ve türevi her yeni şeyle birlikte.

Yeni olanın icadıyla eskiyi daha iyi yâd edebileceğim de söylendi. Yeni cümleler kuruyor, yeni bakış açılarıyla bakıyor, eskiyi yorumluyor kendimize çeviriyor, köşelerini kesip yuvarlıyor ve bir kalıba oturtuyorduk. Her şey istisnası bile olmayan bir düzlemde öylece dönüyordu işte. Kimsenin bir şikâyeti yoktu. Bakarak anlayamadıklarımı birileri sürekli bana izah ediyor ve sunuyordu, daha fazlası Şam’da kayısıydı. Şam’ın düşürülmüş olması, Doğu Kudüs’ün Batı Şeria’nın parçalanıp çiğnenmesi, Çin’den Tacikistan’a Endülüs topraklarından Orta Doğu’nun kucağına kadar koloni koloni düşünceler zerk edilmesi kimin umurundaydı? Batı’dan yürüyerek geleni koşarak kucaklayan, Doğu’da zulüm göreni zalim olmakla suçlayan düşünceler ürettiklerinde ikna edilmiştik çoktan. Hizipler, fırkalar, topluluklar kurarak; mecmualar, kitaplar, cafcaflı yazılar yazarak halkı ihya ettiğimize inandırıldığımızda zaten çok geçti her şey için.

Oysa bize parça parça zerk edilen her şey bir bütünden ibaretti nihayetinde. Ayırdında değildik, olamadık. Öyle söylendi zira. Ve inandık.

Filmdeki çocuğun eline kıracağını bildikleri halde verdikleri yumurtayı taşıması gibi taşıdık bu inancı içimizde. Yol boyunca kendimizden çok emindik, ne yumurta kırılacak ne de zeval gelecekti verdiğimiz söze. Ama ne zaman içimizdeki iyiliğin tüm dünyaya yetebileceğine dair tuttuğumuz o asıl inancı göğsümüzden uçurduk, o zaman ne yumurta kaldı elimizde ne de onu kırmadan taşıyabileceğimize dair sözümüz sağlam durdu sadrımızda.

Velhasıl işin başında bu berrak su bizi ele verecektiyse de suya salınan yemlerin güzel duruşuna, taze oluşuna karşı sarsılmaz bir tokluğumuz olmalı, karnımızın gurultusuna rağmen. Hayat iyiliği göğsünde tutan, kendini kötüye karşı sakınan ve hakkı haykırmaktan ibaret değil miydi özgürce? Özgürlük beni yemleyenin kovasına sıkıştıktan sonra batmadan yüzmeye devam edebilmem değil, kendi suyumda tüm oltalara, oltacılara rağmen bata çıka ilerleyebilmem olmalı. Yılgınlıkla ne yüzdüğümü bilirim ne de doyduğumu. Yılgınlıkla ne balık olduğumu bilirim ne de suyumu. Bu devranın kayıtsız bir şekilde deveran ediyor görünmesinde aramıyorsam sorunu, iyiliğin berraklığına, savunmasızlığına kızmakta haksızımdır, yılgınlıkla köşeye çekilmemle beraber öne geçene, sırayı kapana, milletin hakkına girene yol verdiğime kızmalıyım. Bir bende kalsa o iyilik, o iyiliği göğsümde gururla taşımaktan gocunmamalıyım.


20 eylül 2024