şimdi o kapıda duruyor çünkü kapı ona her zaman gitmesi gerektiğini söylercesine aralık kaldı. bardağı tutup fırlattı kapıya doğru bakıp. bardağın o serin ve kavi duruşu ona her zaman kırılmaya meyyal kalbini hatırlatırdı. kırıldığı yerlerden birleşebilmeye duyduğu özlem onu uzunca yataklara bağlamıştı. hatıratına tırmanmayı bir kenara bırakmazsa kendini yine o yatağın üstüne serili bedeni eşliğinde tavanı izlerken bulabilirdi. an meselesiydi. anda kalmak için yutkunduğu ne varsa kusmuştu insanların yanında. geçmiş, terekesine kokusunu sürmüş yar kadar paha biçilmezdi ve nereye gitse onu da götürürdü. geçip giden her şey ilgisini çekip kamaştırırdı ruhunu. ama yok.. onca hüzünlü şarkının yıktığı endamını böyle yerde komazdı. komadı da. tarihin enstantanelerinden kendine iyi bir manzara belledi, o kapıdan çıktı gitti. kapı: çıkıp gitmeyi çağrıştıran aralık.
indiği kafayı delmek üzre yağan yağmurun altında ordan oraya sekti durdu. dışarıdan onu görenler onu deli falan sanmazlardı ama akıllıya da benzemiyordu doğrusu. sahi, akıllılar nasıl koştururlardı? yürümekle tükenmeyecek gibi görünen o yolları nasıl tüketirlerdi? ya da her şey tüketilmek üzere mi icat edilmişti? birçok sorunun kafasında dönmesiyle birlikte kafasının içindeki soru işaretlerini tersine döndürerek başka bir dili konuşmayı denedi. eğer o ses bilmediği bir dilde ses verirse es vermeden yoluna devam edecekti. kafasının içi vızır vızır olsa da anladığı için çıldırırdı insan. anlamaya yer yoksa ama sadece ses varsa? tahammül edilirdi. ama sabır onun işi değildi. sabırla tepetaklak bir ilişkileri vardı çünkü sabır denince içinden böğürerek bağırmak, hızlı hızlı koşmak, kalp çarpıntıları ve belirsizliklerin tükettiği bedeninden başka bir şey gelmedi hiç. sabır: usul usul ruhu sıyıran en keskin bıçak.
yağmur dindiğinde bir yer buldu oturdu. zıplamaktan içi çıkmıştı. çevrede dolanan kuşlar, kanatlarını kurutmak için yarışıyordu birbirleriyle. ilk kim göğe uçacak diye iddiaya tutuşmuşlardı sanki. bir süre onları izledi, gönlünden uçmak geçti. ne zaman göğe baksa gönlünden uçmak geçerdi. gökyüzü: kanatların yokluğuna ağlatan.
kuşlar uçana dek onların kanatlarındaki son damladan kurtulmaya çalışmalarını izledi durdu. itiraf etmeliydi ki bu, sandığından da uzun, zahmetli ama bir o kadar zevkli bir işti. kendi ruhundaki ıslaklıklar geldi aklına, dönüp onları gagalamak, ıslak bir yer kalmayana dek ruhunu gusletmek gelmişti içinden. hem belki böylece bedeni uçmasa bile ruhu uçardı. uçmak deyince aklına hep ölüm gelirdi ve ürperirdi önceden. sonra bir merakla ürpertiyi hemen kışkışlardı. uçmak: yoklukla varlığı ürpertiyle bağdaştıran merak.
eve geri döndü. hep eve dönerdi. dışarıdayken içinden hep eve dönmek geçerdi. evdeyken de dolardı içine bu his. evdeyken de eve özlem hissederdi. ev: dünyadaki sürgününü hatırlatmayacak bir yer.
19625-dia.
Bu blogda ara:
19 Haziran 2025 Perşembe
7 Haziran 2025 Cumartesi
kitapların iyileştirici gücüne inanıyorum-
Çok uzun bir zaman olmadı, hayatımın dönüm noktası diyebileceğim bazı olaylar silsile haline gelerek beni gerçekten çıkmazda hissettirdi. Olan biten benim nasıl hareket edeceğimi kestiremememle birlikte bazen laçkalaşarak günümü zehir etti, bazen değişmenin güzelliğine olan inancımı tazeledi. Tarifi imkansız duygular içerisindeydim. Tanıdığım insanların bambaşka yüzlerini görme fırsatı elde ederken hayatıma aldığım bazı insanların yavaşça hayatımdan çıkıp gitmelerini seyrettim. Normalde hayatımdan kimsenin kolayca çıkıp gitmesine izin veremeyecek kadar uzlaşmacı davranırdım ama içine düştüğüm hal bende farklı etkiler uyandırıyor, her zaman kendi yanlışlarıma odaklanmamla sonuçlanan kavga ve gürültüler kendimi tanıyarak kimi zaman kararlarımın arkasında durmamı gerektirecek şekillerde evrilerek bana başka kapılar açıyordu.
Bu karmaşada kaybolduğum yerler çoğunlukla sosyal mecralar olduğundan sıkışık halimden kurtulabileceğim alternatif yolları sosyal (?) platformlar üzerinde aramaya koyulmuştum. Normalde nasıl biri olduğumu, normalimin ne olduğunu da bu zaman diliminde daha derinden ayırt etmeye başladığımı söyleyebilirim. Çünkü gün içinde bir curcuna olan iş ortamımdan sıyrılıp eve geldiğimde beynimi kullanmadan, kerahat vaktinde uykuya dalmadan sığınabileceğim daha güvenli bir liman yoktu. Ekran kaydırmaya yabancı da değildim nasılsa. Akıllı telefonlar hayatımıza girdiği andan itibaren sosyal platformlarda boy göstermeyi severdim. Yanlış anlaşılmasın, fotoğraf ve video paylaşımlarını kastetmiyorum. Fikirlerimi aktarabileceğim bu ortamlar benim için bulunmaz nimetti doğrusu. Kendimi bildim bileli ruhuma yapışan yazma arzusunu bu gibi yerlerde daha kısa cümlelere sığıştırıp "paylaş" butonuna basmak beni uzunca yazılar yazma cüretine de sokmuyor işimi kolaylaştırıyordu. Ancak bahsettiğim bazı olay ve yaralar üst üste geldiğinde anladım ki sosyal hayatın cezbedici dünyasında üreten değil tüketen olmak daha fazla tercih ettiğim bir durum haline gelmişti. İşten gelir gelmez başlayıp gün sonlanana kadar itibarsız bir biçimde herkesin ne yediğinden ne düşündüğüne, neye meylettiğinden ne yaşadığına kadar her şeyi paylaştığı o yerde ben de artık kusursuz bir izleyici olmuştum. Hoşuma gidiyordu doğrusu. Durağan ve rutinleşmiş hayatımı ve hayal kırıklıklarımı bir kenara bırakıp yalnızca durarak soluksuz bir biçimde başkalarının yediği haltları dinlemek hoştu, zahmetsizdi. Ne de olsa tüm yaralarımı insanlarla yaşadıklarımdan almıştım ve insanlara yakın olmadan insan dünyasını uzaktan izlemek harika bir imkandı. Defalarca takdir ettim bu teknolojiyle bizi buluşturan herkesi. Vaazlar, tavsiyeler, terapi cümleleri, motivasyonel videolar havada uçuşuyordu.
Bunun böyle gidebileceğini düşünüyordum. Nasıl olsa insanların dünyası bir cehennemdi ve kendimi bu şekilde korumaya alabiliyordum. Ama bu rahatlık hissiyatı da çok şükür ki uzun sürmedi. Kayboluşumun üçüncü aşamasında bu platformların ruhuma enjekte ettiği yalnızlık ve işe yaramazlık hissiyatıyla yüzleştiğimde artık insanlarla iletişime geçmemenin ruhumda açtığı yaraları daha derinden hissetmeye başladım. Gerçek olana duyduğum açlığı ruhumun en derinlerinde tattım ve kanadım. Onlarla kavga etmek, ayrılıklar yaşamak falan o kadar da korkulacak şeyler değildi sanki. Ekranda gördüğüm sahte sevinç nidaları tiksinçti artık. Kurgusal, para kazanma amacı güden video ve paylaşımlar gitgide daha çok birbirine benziyordu ve insanların bu tip şeylere yaptığı yorumlar tekdüzeleşiyordu. Bir izleyici olmaktan ziyade bir "şey"e dönüşmeye başladığımı fark ettim. Hızla eski alışkanlığım olan kaleme koştum.
Yazmanın bana tekrar eskisi gibi gerçek hissettireceği günleri anarak denemeler yaptım ama bir şeyler eksikti. Ekranın üzerimde bıraktığı hissizlik duygusu katlanarak çoğalmıştı ve o zaman, oturup doğru düzgün kendimle konuşmaya zaman bırakmadığımı gördüm. Bu hissizlik duygusunu yeni tadıyordum ve daha önce bunu hiç konuşmamıştık kendimle. Zulümler, parçalanmış cesetler sanki gündelik hayatın bir parçasıydı, çıplaklığa övgü artık daha normaldi ve fikirlere saygısızca yapılan hakaretler belki de artık o kadar büyütülecek bir şey değildi. Derin bir iç çığlık patladı ruhumda. Sahiden olmuş muydu olan?
Yakın zamanda yaşadıklarıma ilişkin duygularım da epeyi karmaşıktı. Nerede olduğumu göremiyor, nasıl hissetmem gerektiğini idrak edemiyordum. Bu ara aldığım en iyi karar ekran süreme rağmen kitaplara dönmekti. Yazmaktan elim boş çıkmıştım belki ama okumak bana iyi gelebilirdi. Çeşitli kitaplar karıştırmaya ve daha önce okuyamadığımı düşündüğüm bazı türlere şans vermeye karar verdim. Daha önce önünden geçmediğim rafları, adını duymadığım yazarların kitaplarını karıştırdım. Bana şöyle damardan bir şeyler lazımdı. Ruhumun yaralı taraflarını anlayabileceğim ve adlandırabileceğim pek bir şeyler. İşte o döneme rast gelen zaman dilimi içerisinde tanıştığım bazı kitaplarla kendimi buldum diyemem ama kendime rastladım. Kendime denk geldim. Kendimle durup iki çift laf etmeyi becerebildiğim anlar yakaladım. Hayatın değersiz bulduğum rutinlerinin ne denli tatlı ve kıymetli olduğunu, rutindeki rahmeti oturup düşünebildiğim zamanlar elde ettim. Yaşadıklarımın bana ne hissettirdiğini, aldığım yaşlar ile birlikte hangi cenderelerden geçtiğimi düşündüm. Geçmişe eleştirel bir gözle bakmaktansa bir hikmet kitabına bakar gibi bakmayı keşfettim. Geleceği bir korku emaresi olarak görmekten vazgeçmem gerektiğini anladım. Demem o ki, iyi insanın ruha iyi gelen taraflarını konuşalım ama ruha iyi gelen kitaplardan da bahsedelim. Sosyal medyada hunharca kitap okuyan, sene sonu kamyon dolusu okuduğu kitaplarla övünenleri bir kenara bırakarak kitap okumayı "hayatınızın" neresine koyduğunuzu bir düşünün. Size anlatacak bir şeyleri olan epeyi kitap var ve sizler, bizler... Onlardan alacağımız şeyleri saniyelik videolara sığdırılmış hap anlardan çıkarmaya çalışıyoruz. Hayatı hızla yaşamak istiyoruz ama geri dönüp bir saniye önce ne yaşadığımızı hatırlamakta bile zorlanıyoruz artık.
Eğer kitabın iyileştirici gücü olmasaydı, Yüce Yaratan, neden kavimlere ve halklara "Kitap" ile yol göstersindi?
Öneri bazı kitaplar:
Michiko Aoyama - Aradığın Şey Kütüphanede Saklı (Hikaye)
Kemal Sayar - Hatıraların Evi (Psikoloji - Kişisel Gelişim)
İbrahim Kalın - Ben, Öteki ve Ötesi (Tarih)
Gökhan Ergür - Ruhu İyileştirme Yolları (Psikoloji - Edebiyat)
Hwang Bo Reum - Hyunamdong Kitabevi (Roman)
Angela Nanetti - Dedem Bir Kiraz Ağacı (Hikaye)
Güray Süngü - Mehmet'i Sakatlayan Serçe Parmağı (Hikaye)
Julie Lee - Kardeşimin Koruyucusu (Roman)
A.Ali Ural - Posta Kutusundaki Mızıka (Deneme)
Ayşegül Genç - Kuğu Boynu (Hikaye)
İsmet Özel - Kırk Hadis (Deneme - Söyleşi)
Haydar Ergülen - Sen Güneş Kokuyorsun Daha (Şiir)
A.Ali Ural - Gizli Buzlanma (Şiir)
Cengizhan Konuş - Tarafsız Günler (Şiir)
Metin Altınok - Bir Acıya Kiracı (Şiir)
(Liste zamanla güncellenecektir.)
7625-dia
Bu karmaşada kaybolduğum yerler çoğunlukla sosyal mecralar olduğundan sıkışık halimden kurtulabileceğim alternatif yolları sosyal (?) platformlar üzerinde aramaya koyulmuştum. Normalde nasıl biri olduğumu, normalimin ne olduğunu da bu zaman diliminde daha derinden ayırt etmeye başladığımı söyleyebilirim. Çünkü gün içinde bir curcuna olan iş ortamımdan sıyrılıp eve geldiğimde beynimi kullanmadan, kerahat vaktinde uykuya dalmadan sığınabileceğim daha güvenli bir liman yoktu. Ekran kaydırmaya yabancı da değildim nasılsa. Akıllı telefonlar hayatımıza girdiği andan itibaren sosyal platformlarda boy göstermeyi severdim. Yanlış anlaşılmasın, fotoğraf ve video paylaşımlarını kastetmiyorum. Fikirlerimi aktarabileceğim bu ortamlar benim için bulunmaz nimetti doğrusu. Kendimi bildim bileli ruhuma yapışan yazma arzusunu bu gibi yerlerde daha kısa cümlelere sığıştırıp "paylaş" butonuna basmak beni uzunca yazılar yazma cüretine de sokmuyor işimi kolaylaştırıyordu. Ancak bahsettiğim bazı olay ve yaralar üst üste geldiğinde anladım ki sosyal hayatın cezbedici dünyasında üreten değil tüketen olmak daha fazla tercih ettiğim bir durum haline gelmişti. İşten gelir gelmez başlayıp gün sonlanana kadar itibarsız bir biçimde herkesin ne yediğinden ne düşündüğüne, neye meylettiğinden ne yaşadığına kadar her şeyi paylaştığı o yerde ben de artık kusursuz bir izleyici olmuştum. Hoşuma gidiyordu doğrusu. Durağan ve rutinleşmiş hayatımı ve hayal kırıklıklarımı bir kenara bırakıp yalnızca durarak soluksuz bir biçimde başkalarının yediği haltları dinlemek hoştu, zahmetsizdi. Ne de olsa tüm yaralarımı insanlarla yaşadıklarımdan almıştım ve insanlara yakın olmadan insan dünyasını uzaktan izlemek harika bir imkandı. Defalarca takdir ettim bu teknolojiyle bizi buluşturan herkesi. Vaazlar, tavsiyeler, terapi cümleleri, motivasyonel videolar havada uçuşuyordu.
Bunun böyle gidebileceğini düşünüyordum. Nasıl olsa insanların dünyası bir cehennemdi ve kendimi bu şekilde korumaya alabiliyordum. Ama bu rahatlık hissiyatı da çok şükür ki uzun sürmedi. Kayboluşumun üçüncü aşamasında bu platformların ruhuma enjekte ettiği yalnızlık ve işe yaramazlık hissiyatıyla yüzleştiğimde artık insanlarla iletişime geçmemenin ruhumda açtığı yaraları daha derinden hissetmeye başladım. Gerçek olana duyduğum açlığı ruhumun en derinlerinde tattım ve kanadım. Onlarla kavga etmek, ayrılıklar yaşamak falan o kadar da korkulacak şeyler değildi sanki. Ekranda gördüğüm sahte sevinç nidaları tiksinçti artık. Kurgusal, para kazanma amacı güden video ve paylaşımlar gitgide daha çok birbirine benziyordu ve insanların bu tip şeylere yaptığı yorumlar tekdüzeleşiyordu. Bir izleyici olmaktan ziyade bir "şey"e dönüşmeye başladığımı fark ettim. Hızla eski alışkanlığım olan kaleme koştum.
Yazmanın bana tekrar eskisi gibi gerçek hissettireceği günleri anarak denemeler yaptım ama bir şeyler eksikti. Ekranın üzerimde bıraktığı hissizlik duygusu katlanarak çoğalmıştı ve o zaman, oturup doğru düzgün kendimle konuşmaya zaman bırakmadığımı gördüm. Bu hissizlik duygusunu yeni tadıyordum ve daha önce bunu hiç konuşmamıştık kendimle. Zulümler, parçalanmış cesetler sanki gündelik hayatın bir parçasıydı, çıplaklığa övgü artık daha normaldi ve fikirlere saygısızca yapılan hakaretler belki de artık o kadar büyütülecek bir şey değildi. Derin bir iç çığlık patladı ruhumda. Sahiden olmuş muydu olan?
Yakın zamanda yaşadıklarıma ilişkin duygularım da epeyi karmaşıktı. Nerede olduğumu göremiyor, nasıl hissetmem gerektiğini idrak edemiyordum. Bu ara aldığım en iyi karar ekran süreme rağmen kitaplara dönmekti. Yazmaktan elim boş çıkmıştım belki ama okumak bana iyi gelebilirdi. Çeşitli kitaplar karıştırmaya ve daha önce okuyamadığımı düşündüğüm bazı türlere şans vermeye karar verdim. Daha önce önünden geçmediğim rafları, adını duymadığım yazarların kitaplarını karıştırdım. Bana şöyle damardan bir şeyler lazımdı. Ruhumun yaralı taraflarını anlayabileceğim ve adlandırabileceğim pek bir şeyler. İşte o döneme rast gelen zaman dilimi içerisinde tanıştığım bazı kitaplarla kendimi buldum diyemem ama kendime rastladım. Kendime denk geldim. Kendimle durup iki çift laf etmeyi becerebildiğim anlar yakaladım. Hayatın değersiz bulduğum rutinlerinin ne denli tatlı ve kıymetli olduğunu, rutindeki rahmeti oturup düşünebildiğim zamanlar elde ettim. Yaşadıklarımın bana ne hissettirdiğini, aldığım yaşlar ile birlikte hangi cenderelerden geçtiğimi düşündüm. Geçmişe eleştirel bir gözle bakmaktansa bir hikmet kitabına bakar gibi bakmayı keşfettim. Geleceği bir korku emaresi olarak görmekten vazgeçmem gerektiğini anladım. Demem o ki, iyi insanın ruha iyi gelen taraflarını konuşalım ama ruha iyi gelen kitaplardan da bahsedelim. Sosyal medyada hunharca kitap okuyan, sene sonu kamyon dolusu okuduğu kitaplarla övünenleri bir kenara bırakarak kitap okumayı "hayatınızın" neresine koyduğunuzu bir düşünün. Size anlatacak bir şeyleri olan epeyi kitap var ve sizler, bizler... Onlardan alacağımız şeyleri saniyelik videolara sığdırılmış hap anlardan çıkarmaya çalışıyoruz. Hayatı hızla yaşamak istiyoruz ama geri dönüp bir saniye önce ne yaşadığımızı hatırlamakta bile zorlanıyoruz artık.
Eğer kitabın iyileştirici gücü olmasaydı, Yüce Yaratan, neden kavimlere ve halklara "Kitap" ile yol göstersindi?
Öneri bazı kitaplar:
Michiko Aoyama - Aradığın Şey Kütüphanede Saklı (Hikaye)
Kemal Sayar - Hatıraların Evi (Psikoloji - Kişisel Gelişim)
İbrahim Kalın - Ben, Öteki ve Ötesi (Tarih)
Gökhan Ergür - Ruhu İyileştirme Yolları (Psikoloji - Edebiyat)
Hwang Bo Reum - Hyunamdong Kitabevi (Roman)
Angela Nanetti - Dedem Bir Kiraz Ağacı (Hikaye)
Güray Süngü - Mehmet'i Sakatlayan Serçe Parmağı (Hikaye)
Julie Lee - Kardeşimin Koruyucusu (Roman)
A.Ali Ural - Posta Kutusundaki Mızıka (Deneme)
Ayşegül Genç - Kuğu Boynu (Hikaye)
İsmet Özel - Kırk Hadis (Deneme - Söyleşi)
Haydar Ergülen - Sen Güneş Kokuyorsun Daha (Şiir)
A.Ali Ural - Gizli Buzlanma (Şiir)
Cengizhan Konuş - Tarafsız Günler (Şiir)
Metin Altınok - Bir Acıya Kiracı (Şiir)
(Liste zamanla güncellenecektir.)
7625-dia
25 Mayıs 2025 Pazar
tepetaklak-
sevdiğin kitaplarla doldurmuşsun o kırık rafı
beklentilerinle uçurmuşsun sessiz ağıdını göğe
maviliğin envaisinde kendisine
çakılacak bir gölge arayan benmişim
pencerenin gıcırtısından uyku tutmamışken dilimde
pelesenk bir dua ile hayatı yalnızca
duamdan ibaret zannetmişim
zannetmişim
zan etmişim
ah ne zor bağdaşıklıktır sanmakla gerçeğin arasındaki
seninle ben seyyar bir müsabakada kaderimizin cilvesine yenildik sandılar
bilselerdi ah ardına bakmaklara sığınarak kendi çapında
makberler dizdiğini
tabuttan el ederlerdi sana
gel, gel, son kez gel
son kez uçsun aramızda bu zeytin dalı
ilk kez ağzından dökülen özür cümleleriyle kutsansın beyaz güvercinler al
ne acı şeydir senin ağzında cüret
ne onulmaz yarasındır sen şimdi koltuğunda
gözlerinde anlam aramakla yolları ağarttığın tavanlara sor hikayesini
uçsunlar aramızda rüzgarlar
konsunlar kız kardeşinin alnına
rengarenk saçlarında merhametli eller gezinsin bir ömür
ah ki dualarımın arasına sığışan bir isyandın epeyce zaman
vah ki sayıkladığım günlerin ardından geçip gitmeni anlatmakla doymadı hezeyanlar
şimdi şenliklerin ortasında kendine bir uçurum arayan
dağlık bir arazisindir kartalların tepesinde dolandığı
yuvanı yaparken aşağılara düşürürsün yavrularını
seyrettim seni uzaktan
andım avcıların kulaklarının dibinde
çiçekler, rummanlar ve kertenkelelerin şahitliğinde
dur istersen bakınma artık bu sayfa eskidi
yenilerini yaz
satır başına geç
satırla doğra her ne varsa aklını kurcalayan
devirlerin arasında devrim arzusuyla tepetaklak bir fanatik değilsin
elindeki bayrakları sallarken ağzından çıkanı kulağın işitsin
gökler devrildi aramıza görmedin
istemedin duymak ve incinmek
inciterek ellerinle ve sözlerinle
epeyce bir yol gittin
git ve sakın dönme güller devrilir artık bu yolun üstüne
ezme pembe pembe yaprakları
kırma bütüne hasret duyanı
epeyce yol
dönüş yolunda el yordamıyla böğründe delik açan ihtiyar
kelek karpuzu kara borsada müzayedeye çıkaran gerzek pilavcı
sökün edercesine damardan boşanır gibi yağan yağmur
çırpınır yüreğimde zehri yutmuş bin kuyu
su çektim göklere tamam değil bu sancı
istemeye istemeye uzaklaşıyorum hedeften ve gökten
aramıza giren onca maviliğe rağmen yutkundum iç çeke çeke
al beni bu karalanmış şiirden
26525-
beklentilerinle uçurmuşsun sessiz ağıdını göğe
maviliğin envaisinde kendisine
çakılacak bir gölge arayan benmişim
pencerenin gıcırtısından uyku tutmamışken dilimde
pelesenk bir dua ile hayatı yalnızca
duamdan ibaret zannetmişim
zannetmişim
zan etmişim
ah ne zor bağdaşıklıktır sanmakla gerçeğin arasındaki
seninle ben seyyar bir müsabakada kaderimizin cilvesine yenildik sandılar
bilselerdi ah ardına bakmaklara sığınarak kendi çapında
makberler dizdiğini
tabuttan el ederlerdi sana
gel, gel, son kez gel
son kez uçsun aramızda bu zeytin dalı
ilk kez ağzından dökülen özür cümleleriyle kutsansın beyaz güvercinler al
ne acı şeydir senin ağzında cüret
ne onulmaz yarasındır sen şimdi koltuğunda
gözlerinde anlam aramakla yolları ağarttığın tavanlara sor hikayesini
uçsunlar aramızda rüzgarlar
konsunlar kız kardeşinin alnına
rengarenk saçlarında merhametli eller gezinsin bir ömür
ah ki dualarımın arasına sığışan bir isyandın epeyce zaman
vah ki sayıkladığım günlerin ardından geçip gitmeni anlatmakla doymadı hezeyanlar
şimdi şenliklerin ortasında kendine bir uçurum arayan
dağlık bir arazisindir kartalların tepesinde dolandığı
yuvanı yaparken aşağılara düşürürsün yavrularını
seyrettim seni uzaktan
andım avcıların kulaklarının dibinde
çiçekler, rummanlar ve kertenkelelerin şahitliğinde
dur istersen bakınma artık bu sayfa eskidi
yenilerini yaz
satır başına geç
satırla doğra her ne varsa aklını kurcalayan
devirlerin arasında devrim arzusuyla tepetaklak bir fanatik değilsin
elindeki bayrakları sallarken ağzından çıkanı kulağın işitsin
gökler devrildi aramıza görmedin
istemedin duymak ve incinmek
inciterek ellerinle ve sözlerinle
epeyce bir yol gittin
git ve sakın dönme güller devrilir artık bu yolun üstüne
ezme pembe pembe yaprakları
kırma bütüne hasret duyanı
epeyce yol
dönüş yolunda el yordamıyla böğründe delik açan ihtiyar
kelek karpuzu kara borsada müzayedeye çıkaran gerzek pilavcı
sökün edercesine damardan boşanır gibi yağan yağmur
çırpınır yüreğimde zehri yutmuş bin kuyu
su çektim göklere tamam değil bu sancı
istemeye istemeye uzaklaşıyorum hedeften ve gökten
aramıza giren onca maviliğe rağmen yutkundum iç çeke çeke
al beni bu karalanmış şiirden
26525-
11 Mayıs 2025 Pazar
elele-
elele bu savaşı kaybettik.
yitirilmiş ellerimizi müzelerde açık artırmaya sundular bizden habersiz
cebimizde, satılmış ellerimizin karşılığı kaç kuruşsa
el uzatamadığımız sürece kirliymiş bizim için para.
yalnızlığı ruhumuzla devşirdik
belli belirsiz cümleler kurduk anlaşılsın diye
her birimiz her bir kelimeyle adını bilmediğimiz
şairlere özendik
cebimizde kuruşların yanında şıngırdayan edebiyatımız da olmasın mıydı
el uzatamıyorduysak da varlığı bizi korur kollardı
içimden okudum bu şiiri, gür bir adam sesiyle
durdu, durakladı her cümlenin katliyle
kendime bellediğim yolun üstünde koşan atın tımarından
ellerinden kan damlayan bir adam çıktı koşarak
uçmak ne demekti onun ardından bakarken anladım
elele kaybettiğimiz savaşı anımsadım onu izlerken
kelepçeler vurulan ellerine bakarken o
dolu ceplerime indiremediğim parmaklarımı hatırladım
müebbet yedi beceriksiz seyis
topallamasına ramak kalmış olsa da atın
cezası na orada, yolun üstünde verildi
keskin hatları vardı ölümün, bir şair öyle diyordu
belki de bildiğim tek şairdi, bilemem
talihimin kuşunu vurdulardı
bir yılbaşı akşamı günaha bulanmış bedenimi paraya konmasıyla
temizleyeceğimi umarak bir bilet satın almıştım meydandan
kuşların çığırtkanlıklarına erişemiyordu kulaklarım zira
meydanda bağır çağır koşturan görevliler vardı
sirenleri susmayan genişçe bir araca -adını bilmiyorum-
sedyeyle bir adamı hırsla yetiştiriyorlardı
elleri
elleri kandan görünmeyen bir adamı
güçlükle kendimi eledim durdum,
-ellerimizi yitirmişken bu epeyi zordu-
elimi artık biri tutamayacak
kaldıramayacaktı da.
tam düşerken neye tutunabileceğimi hesaplamaya
mahal kalmaması sevindirmişti beni bir ara
ellerimizle yaptıklarımızı yine ellerimizle yok etmek cümlesi
geldi aklıma
yine o şairdi bunu
ruhuma fısıldayan.
ellerini yitiren şair
sedyedeki adamın şair olduğunu anlayacak mahareti bana bağışlayan
talihimi yumrukladım sonra
el-
den-
ne-
gel-
ir.
11525
yitirilmiş ellerimizi müzelerde açık artırmaya sundular bizden habersiz
cebimizde, satılmış ellerimizin karşılığı kaç kuruşsa
el uzatamadığımız sürece kirliymiş bizim için para.
yalnızlığı ruhumuzla devşirdik
belli belirsiz cümleler kurduk anlaşılsın diye
her birimiz her bir kelimeyle adını bilmediğimiz
şairlere özendik
cebimizde kuruşların yanında şıngırdayan edebiyatımız da olmasın mıydı
el uzatamıyorduysak da varlığı bizi korur kollardı
içimden okudum bu şiiri, gür bir adam sesiyle
durdu, durakladı her cümlenin katliyle
kendime bellediğim yolun üstünde koşan atın tımarından
ellerinden kan damlayan bir adam çıktı koşarak
uçmak ne demekti onun ardından bakarken anladım
elele kaybettiğimiz savaşı anımsadım onu izlerken
kelepçeler vurulan ellerine bakarken o
dolu ceplerime indiremediğim parmaklarımı hatırladım
müebbet yedi beceriksiz seyis
topallamasına ramak kalmış olsa da atın
cezası na orada, yolun üstünde verildi
keskin hatları vardı ölümün, bir şair öyle diyordu
belki de bildiğim tek şairdi, bilemem
talihimin kuşunu vurdulardı
bir yılbaşı akşamı günaha bulanmış bedenimi paraya konmasıyla
temizleyeceğimi umarak bir bilet satın almıştım meydandan
kuşların çığırtkanlıklarına erişemiyordu kulaklarım zira
meydanda bağır çağır koşturan görevliler vardı
sirenleri susmayan genişçe bir araca -adını bilmiyorum-
sedyeyle bir adamı hırsla yetiştiriyorlardı
elleri
elleri kandan görünmeyen bir adamı
güçlükle kendimi eledim durdum,
-ellerimizi yitirmişken bu epeyi zordu-
elimi artık biri tutamayacak
kaldıramayacaktı da.
tam düşerken neye tutunabileceğimi hesaplamaya
mahal kalmaması sevindirmişti beni bir ara
ellerimizle yaptıklarımızı yine ellerimizle yok etmek cümlesi
geldi aklıma
yine o şairdi bunu
ruhuma fısıldayan.
ellerini yitiren şair
sedyedeki adamın şair olduğunu anlayacak mahareti bana bağışlayan
talihimi yumrukladım sonra
el-
den-
ne-
gel-
ir.
11525
4 Mayıs 2025 Pazar
kaçmakla hükmünü sürdüren-
Çok kırgınım. Beklediğimden de fazla. Zira beklemediğim insanları beklemediğim noktalarda bana namluyu doğrultmuşken gördüm. Hazır değildim, kanım donmuştu, şaşkınlıktan kalbim hızla atıyor, aldığım hızlı nefesler beni ölesiye boğuyordu. Gözlerimi gözlerinde gezdirirken düşünüp durdum. Ne yapmalıydım?
Aniden koşarak kaçmak. Kaçmak olurdu. Görmemiş gibi yapardım, duymamış gibi davranırdım olur biterdi. Aradan bir süre geçer, özürler dilenmese bile o geçen zamanın gölgesine sığınıp her şeyi unutabilirdim. Buna hazırdım çünkü. Hazırdım.
Hazır olmadığım şey, namlunun soğuk demirinin alnımın ortasına, kalbimin olduğu o sol tarafa mevzilendiğini hissetmekti. Ben, mevzilenmeliydim, bir zırh bulmalı, elime silahımı almalı, tüm yılgınlığımı yutarak ben de hücum etmeliydim çünkü savaş hileydi, savaş ansızındı, ölüm kapıdaydı vesaire... Ama bir ayrıntıyı kaçırıyordu içimdeki acele. Beklemediğim kişiler, beklemediğim mevzilerde keskin nişancılar olmuşlar ve beni yutmak üzere parça parça bölüyorlardı. Bu hal, bu savunmasız hal beni kendimden etmiş, gözlerimin önünden anı demetleri geçmiş, sıtkım sıyrılmış ve her şeyi bir kenara bırakarak bu savaş meydanında ölümüne kurtulmak istemiştim kendimden.
Kırgındım, kızgındım. Onlara ve kendime. Onlara kırgındım zira bana içlerinde tuttukları asıl cümlelerle seslenselerdi zamanında, böyle olmazdı.
-4525
Aniden koşarak kaçmak. Kaçmak olurdu. Görmemiş gibi yapardım, duymamış gibi davranırdım olur biterdi. Aradan bir süre geçer, özürler dilenmese bile o geçen zamanın gölgesine sığınıp her şeyi unutabilirdim. Buna hazırdım çünkü. Hazırdım.
Hazır olmadığım şey, namlunun soğuk demirinin alnımın ortasına, kalbimin olduğu o sol tarafa mevzilendiğini hissetmekti. Ben, mevzilenmeliydim, bir zırh bulmalı, elime silahımı almalı, tüm yılgınlığımı yutarak ben de hücum etmeliydim çünkü savaş hileydi, savaş ansızındı, ölüm kapıdaydı vesaire... Ama bir ayrıntıyı kaçırıyordu içimdeki acele. Beklemediğim kişiler, beklemediğim mevzilerde keskin nişancılar olmuşlar ve beni yutmak üzere parça parça bölüyorlardı. Bu hal, bu savunmasız hal beni kendimden etmiş, gözlerimin önünden anı demetleri geçmiş, sıtkım sıyrılmış ve her şeyi bir kenara bırakarak bu savaş meydanında ölümüne kurtulmak istemiştim kendimden.
Kırgındım, kızgındım. Onlara ve kendime. Onlara kırgındım zira bana içlerinde tuttukları asıl cümlelerle seslenselerdi zamanında, böyle olmazdı.
-4525
18 Nisan 2025 Cuma
pencerenin perdesini aç bana göster güzel yüzünü-
Sorunlarla yüzleşmenin binlerce kesif yolu olduğuna dair ittifaklar var. En belirgininin kendimize odaklanmak olduğunu söyleyenlerin kendileriyle arası sahiden nasıl merak ediyorum. Hayatı hızlı yaşamak istediğimizi kabul edelim bence başta. Bizimle alakalı olmayan her şeyden sıyrılarak ve başkalarının acılarına sırt çevirerek hayata karşı bir şeyler ispatlamaya çalıştığımızdan emindim. Koşarak yetişmek istediğim onca şeye aslında yürüyerek varmam gerektiğini defalarca kez tecrübe ederek öğrenmem gerektiğinde sırt çevirdiklerimi ve sıyrıldığımı sandığım her şeyi tekrar sorgulamam gerekti. İşte o zaman var olmamın var olmakla ilişkisine daha yakından bakabilirdim. Görmeyi dileyerek bakmanın lezzeti, eşsiz bir ebediyetti. Keşke daha önceden erişme imkanı edinebilseydim.
13 Nisan 2025 Pazar
katilin döndüğü gibi maktülün tepesine
ne yaparsam yapayım yol ikiye bölünecekti
ne kadar tutsam da kanatları kırılacaktı güvercinin
şikayet ede ede tükendiğimi görmeni istemezdim
okunaklı yollar ezberlemiştim senin için
seslensem yetişirdim kaçırdığım trene
baksam görmeyi isterdim o manzarayı
zıplaya zıplaya ilerlediğim yolları sürünerek
döndüm geri, bu bir kaçışın eseridir
kaçışta saklı kaderi
görmeyi arzu etseydi kelepir
bir arazide başıboş gezinen zifir
şimdi hudutlarıma çizdiğim boya daha kurumamışken
şekerden bulutları görmezden gelip göğe hatıralarımı uçurmaya meylettim
fikirleri prangalar altında ezilen dışarda
gezinerek şarkı söyleyen kemancı değildi
tutsaklık içerde tıngırtılarına hasretken bir melodiye ömrünü verenle
teşkil değil miydi?
koşsa yetişir miydi diye sorsa
yürüyerek ulaşırlar mıydı ona yeniden
geriye dönen adımlarını içe dönük atmasa ve
gözünü yarına çevirmeden bugünde tutsa hep
kayboluşu bir zikir gibi içinde tekrar etmekten kurtulur muydu?
ne yaparsam yapayım bir yol maktul
olacak gibiydi
yürüyerek katledilmeyen
ne kadar tutsam da kanatları kırılacaktı güvercinin
şikayet ede ede tükendiğimi görmeni istemezdim
okunaklı yollar ezberlemiştim senin için
seslensem yetişirdim kaçırdığım trene
baksam görmeyi isterdim o manzarayı
zıplaya zıplaya ilerlediğim yolları sürünerek
döndüm geri, bu bir kaçışın eseridir
kaçışta saklı kaderi
görmeyi arzu etseydi kelepir
bir arazide başıboş gezinen zifir
şimdi hudutlarıma çizdiğim boya daha kurumamışken
şekerden bulutları görmezden gelip göğe hatıralarımı uçurmaya meylettim
fikirleri prangalar altında ezilen dışarda
gezinerek şarkı söyleyen kemancı değildi
tutsaklık içerde tıngırtılarına hasretken bir melodiye ömrünü verenle
teşkil değil miydi?
koşsa yetişir miydi diye sorsa
yürüyerek ulaşırlar mıydı ona yeniden
geriye dönen adımlarını içe dönük atmasa ve
gözünü yarına çevirmeden bugünde tutsa hep
kayboluşu bir zikir gibi içinde tekrar etmekten kurtulur muydu?
ne yaparsam yapayım bir yol maktul
olacak gibiydi
yürüyerek katledilmeyen
28 Mart 2025 Cuma
aksi.
Kapanmayan yara kanar. sönmeyen alev harlanır. Hayatın bıraktığı enkazda temeli çökmeyen her şey yeniden yükselmeye muktedir olur zamanla. Bu gücü neyden, nasıl aldığını zaman gösterir.
Söyledikleriyle yaptıkları arasında bir bağlantı yoktu.
"Yürüyün!" diye bağırıyor, kendisi oturuyordu
Rüzgarların gürül gürül estiği bir gündü
elinde şemsiye, yağmur duasına çıktı
Görenler onun kar eldivenleri taktığını da gördüler
Duyanlar onun yaza özlem dolu şiirler okuduğunu da duydular
Sineklerle dolu bir bakkalda öğleden sonra uyuma düşleri kurardı
kışın ortasında
Kimse garipsemedi, bakkaldaki veresiye defterinde adlarının üstüne çekilecek o çizgiyi
hayal ederek uyudular
Günler döndü dolaştı
Ters giyilen bir kolluk gibi yaşayan o adam hüngür hüngür ağladı
Gelenler o mutlu bir habere ağlıyordur diye geldiler
Duyanlar ağzından gırla kahkahalar ortalığı inletir de duyarız sandılar
Görenler.. Görenler onun gözlerindeki acıyı gördü
Önce köyü, sonra kasabayı, ardından ilçeyi bir hüzün kapladı
Giderken dönmekle ilgili şarkılar söyleyen o adam bir daha hiç tümcesinden fazlası olmadı. Ne tersi, ne eksiği ne de..
Cümlelerinin getireceklerinden korkarak yaşadığını söylerdi
Ona bunu bir zamanlar ardına dönmeden giden bir kadın öğretmişti.
"Döneceğim" dediydi kadın.
"Güzel oğlum döneceğim, beni bekle, ağlama sakın."
O günden beri bildiğini bilmez görünür, söylediğini duymaz dedirtirdi
Gel zaman git zaman anasının yokluğuna alışınca
düşüncesi fikri elinin kolunun ardında kalınca
Bağıra bağıra ağlarken tüm köy onun inlemelerine şaşıra şaşıra soluğu evinin önünde aldı. Kadın, çocuk, bebek, eşek, adamlar ve adamlıktan nasibini alamayacaklar.. Herkes ordaydı. Tersine herifin feryatlarına kayıtsız kalamamışlardı diyeceğiz ama kayıtsızlıktan değil meraktandı. O ağlarken bunların böyle olduğunu biliyordu zaten. Sözüne itimat edilmediğinden herkes bütün yalanını hilesini hurdasını ona açar söylerdi. Millet işlediği günahların azabını taşıyamaz soluğu bunun yanında alırdı. Tersine yaşayışının bedelini tüm köyün papazıymışçasına ödedi. Ağlarken bunları da hatırladı, köy halkının namussuzlukları dilinin ucuna geliyor geri gidiyordu.
Meraklıların arasından biri onu omzundan dürttü. "De be aksi herif.." Köydeki herkes ona böyle seslenirdi. Tersi demek dile yapışıyormuş. Aksi demek hoşlarına gitmişmiş. "Nedir seni bunca üzen, ağlarken gülmekten alıkoyan.. Ağlar durursun günlerdir. Alıştık sana ve aksini temsil eden sözlerine. Nedir seni bu kadar ağlatan ki, üstümüze kıyamet yağacak gibi hissettirir?"
Aksi, derin bir nefes çekip sesli bir biçimde burnunu sildi. Bundan kimileri iğrendi, kimiyse ağzından çıkacak sözlere kilitlendi. "Yok bir şeyim.." diyecek oldu ters ters, milletin meraktan kurumuş dudaklarını, alık suratlarını, soru dolu gözlerini görünce bir sinir bindi üstüne. "Hem size ne? Derdimin tasası size mi düştü?"
"Elbet bize düşecek, kime düşsün?" diye sordu bir kadın. "Şimdi gönlümle isteyip de sırf milletin ağzına sakız olmayayım diye yapamadıklarımı kime anlatacağım ben? Sen bu sahici gözyaşlarıyla artık ne bizi dinlersin, ne de sırrımızı saklayabilirsin. Kendimize yeni bir kalleş bulup o kalleşi aramızdan ayırt edene kadar bir ömür geçecek şimdi.. Bizi nasıl bir derde koydun bildin mi?"
Aksi, duyduklarını duymak, gördüklerini kabullenmek istemedi. Kadının ardından diğerleri de benzer şeyleri zikretmişti. Artık haline daha mı ağlasın, acınacak haline boğazı yırtılırcasına gülsün mü karar veremedi. Onlarla ilgili bildiklerini yüzlerine çarpsa.. Artık bunu yapamayacak kadar hisli ve gerçekti.
"Döneceğim deyip dönmez olanın oğlu bir garip adamım ben. Gidin işinize, bakın derdinize, söyleyemediklerinizi tutun içinizde, yükünü sırtlanamayacaklarınızı yapmayıverin artık!" Kalabalıktan yaşlı bir adam sıyrıldı. Güç bela belini doğrulttuktan dakikalar sonra aksinin yanına gelip sırtını sıvazladı. Aksi, bir adama, bir de onun bükülmüş beline baktı. Yaşlı adam gülümsüyor, eliyle tap tap oğlanın sırtına vururken ona sabrı tavsiye ediyordu. Az önceki kadın ihtiyara bakıp "Amca sen bilir misin yoksa bu adamın derdi nedir?" diye sordu.
Adamcağız soruyu kimin sorduğunu görmek üzre kafasını çeviremeyecek kadar bitkindi aslında. "Bilirim.." dedi kalabalığa değil aksiye bakarak. "Ama yazıktır ki yoktur bu derdin dermanı. Ama iyidir ki bu dertle bulur asıl dermanı.." İhtiyar bundan fazlasını söylemedi, aksi ihtiyara bakıp güçlükle gülümsedi. Onların bu hali ahalinin ilgisini çekti ama saatler olmuştu geleli. Sessizlik içinde dağıldılar. Merak içinde ve çelişkilerini dile dökebilecekleri bir çift kulak bulabilmek arzusuyla gittiler evlerine. Onlar gidince ihtiyar aksiye baktı, bunu yapması için epeyi güç harcamıştı. "De bana, Azrail mi göründü, vefasız anacığın geri mi döndü, ölen babacığın mezardan çıkıp yeniden mi öldü? Nedir sana acıyı hatırlatan ki seni gerçek eyledi?"
Hıçkırıklarına bir yenisini ekleyen aksi kafa salladı. "Hiçbiri.." dedi. "Bir kız vardı, her gün kapıma gelip bana beni sevdiğini haykıran. Bugün gelip 'Artık benden ümidi kes..' dedi. Babası başkasına verecekmiş onu.."
İhtiyar anlayışla gülümsedi. "Bu mu derdin? Konuşsak babasıyla, hallederiz."
Aksi kafasını salladı. "Yok dede, dert bu değil. Dert başka. Ben hiç sevmedim ki bu kızı. Ama sever gibi yaptım. Kalbim ona buz gibiyken güldüm, çiçekler verdim, şiirler dizdim ona. Bunca insan sözüme inanmayıp üstüne yalanlarını da üstüme yığdığı için alışmıştım artık yalancılardan sanılmaya. Ama kızın dediğini duymadın mı? 'Benden ümidi kes' dedi bana dede. İnanmış bunca zaman bana. Bilmiş ki ben onu sevmişim. Bunu söylerken gözlerindeki acıyı bir görseydin. Tastamam gerçekti. Benim süslü yalanlarla bezenmiş bakışlarıma benzemezdi. Riyakar gönlümü gerçek sanmış.. Aldattım sanarken aldanmışım dede."
Söyledikleriyle yaptıkları arasında bir bağlantı yoktu.
"Yürüyün!" diye bağırıyor, kendisi oturuyordu
Rüzgarların gürül gürül estiği bir gündü
elinde şemsiye, yağmur duasına çıktı
Görenler onun kar eldivenleri taktığını da gördüler
Duyanlar onun yaza özlem dolu şiirler okuduğunu da duydular
Sineklerle dolu bir bakkalda öğleden sonra uyuma düşleri kurardı
kışın ortasında
Kimse garipsemedi, bakkaldaki veresiye defterinde adlarının üstüne çekilecek o çizgiyi
hayal ederek uyudular
Günler döndü dolaştı
Ters giyilen bir kolluk gibi yaşayan o adam hüngür hüngür ağladı
Gelenler o mutlu bir habere ağlıyordur diye geldiler
Duyanlar ağzından gırla kahkahalar ortalığı inletir de duyarız sandılar
Görenler.. Görenler onun gözlerindeki acıyı gördü
Önce köyü, sonra kasabayı, ardından ilçeyi bir hüzün kapladı
Giderken dönmekle ilgili şarkılar söyleyen o adam bir daha hiç tümcesinden fazlası olmadı. Ne tersi, ne eksiği ne de..
Cümlelerinin getireceklerinden korkarak yaşadığını söylerdi
Ona bunu bir zamanlar ardına dönmeden giden bir kadın öğretmişti.
"Döneceğim" dediydi kadın.
"Güzel oğlum döneceğim, beni bekle, ağlama sakın."
O günden beri bildiğini bilmez görünür, söylediğini duymaz dedirtirdi
Gel zaman git zaman anasının yokluğuna alışınca
düşüncesi fikri elinin kolunun ardında kalınca
Bağıra bağıra ağlarken tüm köy onun inlemelerine şaşıra şaşıra soluğu evinin önünde aldı. Kadın, çocuk, bebek, eşek, adamlar ve adamlıktan nasibini alamayacaklar.. Herkes ordaydı. Tersine herifin feryatlarına kayıtsız kalamamışlardı diyeceğiz ama kayıtsızlıktan değil meraktandı. O ağlarken bunların böyle olduğunu biliyordu zaten. Sözüne itimat edilmediğinden herkes bütün yalanını hilesini hurdasını ona açar söylerdi. Millet işlediği günahların azabını taşıyamaz soluğu bunun yanında alırdı. Tersine yaşayışının bedelini tüm köyün papazıymışçasına ödedi. Ağlarken bunları da hatırladı, köy halkının namussuzlukları dilinin ucuna geliyor geri gidiyordu.
Meraklıların arasından biri onu omzundan dürttü. "De be aksi herif.." Köydeki herkes ona böyle seslenirdi. Tersi demek dile yapışıyormuş. Aksi demek hoşlarına gitmişmiş. "Nedir seni bunca üzen, ağlarken gülmekten alıkoyan.. Ağlar durursun günlerdir. Alıştık sana ve aksini temsil eden sözlerine. Nedir seni bu kadar ağlatan ki, üstümüze kıyamet yağacak gibi hissettirir?"
Aksi, derin bir nefes çekip sesli bir biçimde burnunu sildi. Bundan kimileri iğrendi, kimiyse ağzından çıkacak sözlere kilitlendi. "Yok bir şeyim.." diyecek oldu ters ters, milletin meraktan kurumuş dudaklarını, alık suratlarını, soru dolu gözlerini görünce bir sinir bindi üstüne. "Hem size ne? Derdimin tasası size mi düştü?"
"Elbet bize düşecek, kime düşsün?" diye sordu bir kadın. "Şimdi gönlümle isteyip de sırf milletin ağzına sakız olmayayım diye yapamadıklarımı kime anlatacağım ben? Sen bu sahici gözyaşlarıyla artık ne bizi dinlersin, ne de sırrımızı saklayabilirsin. Kendimize yeni bir kalleş bulup o kalleşi aramızdan ayırt edene kadar bir ömür geçecek şimdi.. Bizi nasıl bir derde koydun bildin mi?"
Aksi, duyduklarını duymak, gördüklerini kabullenmek istemedi. Kadının ardından diğerleri de benzer şeyleri zikretmişti. Artık haline daha mı ağlasın, acınacak haline boğazı yırtılırcasına gülsün mü karar veremedi. Onlarla ilgili bildiklerini yüzlerine çarpsa.. Artık bunu yapamayacak kadar hisli ve gerçekti.
"Döneceğim deyip dönmez olanın oğlu bir garip adamım ben. Gidin işinize, bakın derdinize, söyleyemediklerinizi tutun içinizde, yükünü sırtlanamayacaklarınızı yapmayıverin artık!" Kalabalıktan yaşlı bir adam sıyrıldı. Güç bela belini doğrulttuktan dakikalar sonra aksinin yanına gelip sırtını sıvazladı. Aksi, bir adama, bir de onun bükülmüş beline baktı. Yaşlı adam gülümsüyor, eliyle tap tap oğlanın sırtına vururken ona sabrı tavsiye ediyordu. Az önceki kadın ihtiyara bakıp "Amca sen bilir misin yoksa bu adamın derdi nedir?" diye sordu.
Adamcağız soruyu kimin sorduğunu görmek üzre kafasını çeviremeyecek kadar bitkindi aslında. "Bilirim.." dedi kalabalığa değil aksiye bakarak. "Ama yazıktır ki yoktur bu derdin dermanı. Ama iyidir ki bu dertle bulur asıl dermanı.." İhtiyar bundan fazlasını söylemedi, aksi ihtiyara bakıp güçlükle gülümsedi. Onların bu hali ahalinin ilgisini çekti ama saatler olmuştu geleli. Sessizlik içinde dağıldılar. Merak içinde ve çelişkilerini dile dökebilecekleri bir çift kulak bulabilmek arzusuyla gittiler evlerine. Onlar gidince ihtiyar aksiye baktı, bunu yapması için epeyi güç harcamıştı. "De bana, Azrail mi göründü, vefasız anacığın geri mi döndü, ölen babacığın mezardan çıkıp yeniden mi öldü? Nedir sana acıyı hatırlatan ki seni gerçek eyledi?"
Hıçkırıklarına bir yenisini ekleyen aksi kafa salladı. "Hiçbiri.." dedi. "Bir kız vardı, her gün kapıma gelip bana beni sevdiğini haykıran. Bugün gelip 'Artık benden ümidi kes..' dedi. Babası başkasına verecekmiş onu.."
İhtiyar anlayışla gülümsedi. "Bu mu derdin? Konuşsak babasıyla, hallederiz."
Aksi kafasını salladı. "Yok dede, dert bu değil. Dert başka. Ben hiç sevmedim ki bu kızı. Ama sever gibi yaptım. Kalbim ona buz gibiyken güldüm, çiçekler verdim, şiirler dizdim ona. Bunca insan sözüme inanmayıp üstüne yalanlarını da üstüme yığdığı için alışmıştım artık yalancılardan sanılmaya. Ama kızın dediğini duymadın mı? 'Benden ümidi kes' dedi bana dede. İnanmış bunca zaman bana. Bilmiş ki ben onu sevmişim. Bunu söylerken gözlerindeki acıyı bir görseydin. Tastamam gerçekti. Benim süslü yalanlarla bezenmiş bakışlarıma benzemezdi. Riyakar gönlümü gerçek sanmış.. Aldattım sanarken aldanmışım dede."
19 Mart 2025 Çarşamba
ben bu kainatın neresinde esmeliydim?
Gidecek hiçbir yer yok. Tüm yolları coşkuyla tüketirken her şeyin ardında böyle boşluğa bakar gibi kalacağımızı söyleselerdi belki biraz yavaşlardık. Veda falan ederdik, daha az yazım yanlışı yapar, daha çok güven oyu almaya çalışırdık bugünümüzden. Oysa her şey bir anda olmuş gibi durduk kaldık. Kabul etmedik ana karakter gibi yan karakterlerin de bir hikayesi olabileceğini ve tükendiğimizi, her şeyin bir sonunun olduğunu, yalnızlığın hayatın başından beri devası olmayan bir yara olduğunu görmedik, unuttuk, öteledik vesaire.
Solgun bir yaz akşamı gibi. Renkler pastelden karanlık tonlara doğru akıyor. Ay meydanda ama ne ışığı var ne de doğru dürüst bir şekli. Gökte kıvrılmış bir kemik gibi, ha düştü ha düşecek. Yıldızlar sönük. Tüm şehrin ışıkları kapansa bile kar etmez görmeye. Gün yenilgin. Çığırtkan bir sarhoş şimdi deler geçer kaldırımları istifra ederek. Çevredekiler çok çok pencerelerini kapatırlar, ya da televizyonlarının sesini açarlar. Gözler ekranlarda durmaksızın değişen kareleri yakalamaya çalışırken 25. karede bir çocuğu daha boğazladı caniler. Şarıl şarıl kan dökülse bile bıçağın keskin ucu kendi sinelerine dokunmayana dek suspus herkes.
"Niye böyle?"
"Bir hava alıp geri gelsek mi?"
"Kaç lira ki bir hava?"
"Sudan ucuz.."
"Sen öyle san."
Arka planda bir kız şiir okuyor. Dinleyenin kulağına sağlık çünkü o kızı ne dinler ne de okurlardı. Zaman zaman hepimiz dilsiz ve beyinsizizdir, o kıza söyleyin fazla abartmasın. Anlaşılmaya değin açlığımız bizi eritse de ayakta kalmalıyız. Devir tasarruf devri. Herkes sevgisini ölçülü değil çok az kullanıyor. Uzun uzadıya yalnızlıklarda çekilir çile değil çünkü fazla sevmek. Gidenin ardından ağıt yakmaya döndü mü iş, hayır gelmez o gidişten. Sahi, gidişlerin hepsi hayrına mıdır?
"Geceyi bu kadar koyulaştıran nedir?"
"Güneşin gidişine üzülüyor olabilir gökyüzü."
"Ama yarın geri gelecek?"
"Sen bile tereddüttesin, baksana."
19325-
halama.
Solgun bir yaz akşamı gibi. Renkler pastelden karanlık tonlara doğru akıyor. Ay meydanda ama ne ışığı var ne de doğru dürüst bir şekli. Gökte kıvrılmış bir kemik gibi, ha düştü ha düşecek. Yıldızlar sönük. Tüm şehrin ışıkları kapansa bile kar etmez görmeye. Gün yenilgin. Çığırtkan bir sarhoş şimdi deler geçer kaldırımları istifra ederek. Çevredekiler çok çok pencerelerini kapatırlar, ya da televizyonlarının sesini açarlar. Gözler ekranlarda durmaksızın değişen kareleri yakalamaya çalışırken 25. karede bir çocuğu daha boğazladı caniler. Şarıl şarıl kan dökülse bile bıçağın keskin ucu kendi sinelerine dokunmayana dek suspus herkes.
"Niye böyle?"
"Bir hava alıp geri gelsek mi?"
"Kaç lira ki bir hava?"
"Sudan ucuz.."
"Sen öyle san."
Arka planda bir kız şiir okuyor. Dinleyenin kulağına sağlık çünkü o kızı ne dinler ne de okurlardı. Zaman zaman hepimiz dilsiz ve beyinsizizdir, o kıza söyleyin fazla abartmasın. Anlaşılmaya değin açlığımız bizi eritse de ayakta kalmalıyız. Devir tasarruf devri. Herkes sevgisini ölçülü değil çok az kullanıyor. Uzun uzadıya yalnızlıklarda çekilir çile değil çünkü fazla sevmek. Gidenin ardından ağıt yakmaya döndü mü iş, hayır gelmez o gidişten. Sahi, gidişlerin hepsi hayrına mıdır?
"Geceyi bu kadar koyulaştıran nedir?"
"Güneşin gidişine üzülüyor olabilir gökyüzü."
"Ama yarın geri gelecek?"
"Sen bile tereddüttesin, baksana."
19325-
halama.
10 Mart 2025 Pazartesi
şimdi,
şimdi yok olmak işten bile değildir gözlerinde
basit sözler söyleyerek bozmak istemiyorum bu anı
aradığım bulduğumun tesiriyle konuşmaktan caydı artık
tarifi olmayan hislerin eşiğinde
kopup gitmek üzere sözler vererek her nihayetinde günün
bir andı ve son bulmadı yaşadıktan sonra
gözlerim, gözler şahit oldu bu aydınlığa
bir kısmını cebime, raflara ve kalanını sandıklara
solgun bir yüzle ve iyice karışmış kıvrılmış yüzümle
kese kağıtlarının altına saklanacak kadar çirkin belki
onlarca sözümle bir güz günü kadar kalıcıydım kalabalıklarda
kollarım göğsümde kavuşmuş, aklım boşluklarda bozuşmuş
dolana dolana gezmek istemedim
kutlu bir nefes gibi içime çekecektim seni ama isliydin
gözlerinden damlayan yaşlara insan eli değmişti
boğazından dökülen kelimelerin ham hallerinden hallice sökün etmekken şikayetim
ezildim büzüldüm kırıldım incindim ve kendimden başka her şeye benzedim
şimdi karlı akşamlarda göğün aldığı hali tuvaline aktarmakla huzur bulan
bir boyacı kadar doldurdum kalbimi
tesellilerde umut ararken kendini yitiren ihtiyarlar kadar geçti gönlüm
sükuta ermek dururken neden haykırışları biledim?
pür pak kendinden azledilmiş olmak üzere bir yaşantıyla
temkinli bir cinayet seçmiştim
korkuların ecelin ardında kendilerine makul açıklamalar aradığı
sokranarak yola koyulan misafirin ev sahibine hayır dualar etmekte zorlandığı bir gecenin ertesinden
küllere dönüşen kağıtlardan ve hoyratça kendini boşlayan ağaçlardan
sonsuzluğa uçarak gitmeyi hayallerken yere çakılanlardan
yine bir gün dönümündeyiz ve yine sessizsin
şehrinin ışıkları kaçta sönüyor bilmiyorum
yolların üzerinde ayağının izi kaç kere silinip durdu sayabilseydim
artık beklemek yok artık pusmak yok şehrinin karanlığına
10325*
basit sözler söyleyerek bozmak istemiyorum bu anı
aradığım bulduğumun tesiriyle konuşmaktan caydı artık
tarifi olmayan hislerin eşiğinde
kopup gitmek üzere sözler vererek her nihayetinde günün
bir andı ve son bulmadı yaşadıktan sonra
gözlerim, gözler şahit oldu bu aydınlığa
bir kısmını cebime, raflara ve kalanını sandıklara
solgun bir yüzle ve iyice karışmış kıvrılmış yüzümle
kese kağıtlarının altına saklanacak kadar çirkin belki
onlarca sözümle bir güz günü kadar kalıcıydım kalabalıklarda
kollarım göğsümde kavuşmuş, aklım boşluklarda bozuşmuş
dolana dolana gezmek istemedim
kutlu bir nefes gibi içime çekecektim seni ama isliydin
gözlerinden damlayan yaşlara insan eli değmişti
boğazından dökülen kelimelerin ham hallerinden hallice sökün etmekken şikayetim
ezildim büzüldüm kırıldım incindim ve kendimden başka her şeye benzedim
şimdi karlı akşamlarda göğün aldığı hali tuvaline aktarmakla huzur bulan
bir boyacı kadar doldurdum kalbimi
tesellilerde umut ararken kendini yitiren ihtiyarlar kadar geçti gönlüm
sükuta ermek dururken neden haykırışları biledim?
pür pak kendinden azledilmiş olmak üzere bir yaşantıyla
temkinli bir cinayet seçmiştim
korkuların ecelin ardında kendilerine makul açıklamalar aradığı
sokranarak yola koyulan misafirin ev sahibine hayır dualar etmekte zorlandığı bir gecenin ertesinden
küllere dönüşen kağıtlardan ve hoyratça kendini boşlayan ağaçlardan
sonsuzluğa uçarak gitmeyi hayallerken yere çakılanlardan
yine bir gün dönümündeyiz ve yine sessizsin
şehrinin ışıkları kaçta sönüyor bilmiyorum
yolların üzerinde ayağının izi kaç kere silinip durdu sayabilseydim
artık beklemek yok artık pusmak yok şehrinin karanlığına
10325*
28 Şubat 2025 Cuma
avuç içlerine yaz/dıysan şiir
temiz şiirler bulmak ve seslendirmek istiyorum
dinle ki bir şiir çözüldü dilimden ve koptu düşlerimden
artık gözlerine hayran hayran baktığım saatler suskun
sabahları zor uyanıyorum ışığın altında işkence geliyor uyumak
heyecanını yitirmiş bir cam kenarı seçmiştim kendime
ordan bakıyorum dünyaya
burdan ve gökyüzünden seslendiriyorum tüm şiirleri
adamakıllı şiirler bulursan yaz
aklına bir şiir adı gibi bir anda sökün edersem yaz
karlı bir günde yolda kalırsan yine, yaz
artık sicim gibi bombalar yağıyor gökyüzünden
ellerimizle yaptıklarımızdan sorumlu tutulacaktık
fışkırırken bir kurşun yenidoğanın göğsünden
tüm dünya susturucu takılmış bir silah
tüm insanlar elleri ensesinde ürkek
dizleri üstüne çökmüş ve
o sabahın ardından yine senin sesinle bir şiir duymak istemiştim
tabiatına bak şiirin ki her şiir
kendi şairinin elinde anlamsızlıktan kurtulur zira
herkes eliyle yaptıklarının sorumlusudur
eliyle öldürdüklerinin ve yeşerttiklerinin
bu ezada şifa aramak senin harcın değil
bu vakitte camiye koşanların mutlu neşesinden kendine bir pay biç
ramazanla esirgensin yüreğim ve bağışlansın
suçlarımı, şikayetlerimi, sevinçlerimi ve beklentilerimi avuç içlerime yazdım, açtım göğe
sen de yaz birikmiş ne varsa günahlarınla ve işlediğin hayırlarla ansın seni geceler
denk geldiğin dualardan biri makbul olur da affedilirsen de yaz
şiir olur belki o mağfiret ki
onun merhameti herkesin anlamaya güç yetiremediği bir şiirdir zati
aciz gönlümüzle affetmekten bile beri dururken nasıl
anlayalım onun ilmek ilmek insanlığa bağışladığı kafiyeleri
bu artık söylenmemiş sözlerin tükettiği bir zihinden dökülen ki
yokluğu varlığı ile denk düşen senin yanında
ne istedimse olmadı
ne vermediyse vardı onda bir hayır
anladım lakin idrak edebilmedi gönlüm
günleri sayarak, sorarak ağlayarak
beklemeden ama beklemenin vehmiyle tutuşarak
insan ömrü boyu aradığı üzereymiş ya
bulursa bahtiyar
bulmazsa bahtiyar.
1325*
dinle ki bir şiir çözüldü dilimden ve koptu düşlerimden
artık gözlerine hayran hayran baktığım saatler suskun
sabahları zor uyanıyorum ışığın altında işkence geliyor uyumak
heyecanını yitirmiş bir cam kenarı seçmiştim kendime
ordan bakıyorum dünyaya
burdan ve gökyüzünden seslendiriyorum tüm şiirleri
adamakıllı şiirler bulursan yaz
aklına bir şiir adı gibi bir anda sökün edersem yaz
karlı bir günde yolda kalırsan yine, yaz
artık sicim gibi bombalar yağıyor gökyüzünden
ellerimizle yaptıklarımızdan sorumlu tutulacaktık
fışkırırken bir kurşun yenidoğanın göğsünden
tüm dünya susturucu takılmış bir silah
tüm insanlar elleri ensesinde ürkek
dizleri üstüne çökmüş ve
o sabahın ardından yine senin sesinle bir şiir duymak istemiştim
tabiatına bak şiirin ki her şiir
kendi şairinin elinde anlamsızlıktan kurtulur zira
herkes eliyle yaptıklarının sorumlusudur
eliyle öldürdüklerinin ve yeşerttiklerinin
bu ezada şifa aramak senin harcın değil
bu vakitte camiye koşanların mutlu neşesinden kendine bir pay biç
ramazanla esirgensin yüreğim ve bağışlansın
suçlarımı, şikayetlerimi, sevinçlerimi ve beklentilerimi avuç içlerime yazdım, açtım göğe
sen de yaz birikmiş ne varsa günahlarınla ve işlediğin hayırlarla ansın seni geceler
denk geldiğin dualardan biri makbul olur da affedilirsen de yaz
şiir olur belki o mağfiret ki
onun merhameti herkesin anlamaya güç yetiremediği bir şiirdir zati
aciz gönlümüzle affetmekten bile beri dururken nasıl
anlayalım onun ilmek ilmek insanlığa bağışladığı kafiyeleri
bu artık söylenmemiş sözlerin tükettiği bir zihinden dökülen ki
yokluğu varlığı ile denk düşen senin yanında
ne istedimse olmadı
ne vermediyse vardı onda bir hayır
anladım lakin idrak edebilmedi gönlüm
günleri sayarak, sorarak ağlayarak
beklemeden ama beklemenin vehmiyle tutuşarak
insan ömrü boyu aradığı üzereymiş ya
bulursa bahtiyar
bulmazsa bahtiyar.
1325*
23 Şubat 2025 Pazar
çay var
Günlerden pazar. Ocakta kahve değil çay var. Az önce kapı tıklanmış mıydı, şüphesi var ama hiçbir fikri yok. "Bir daha çalarsa.." diyerek sessizliği dinledi şaşkın ama aslında boş bakışlarla. Günü rutin, sade ve belki de biraz hüzünlü geçmişti. Kafeste zorla adını öğrettiği kuşu artık yok. Annesigilin tüm ısrarlarına rağmen onlarla gitmeyi reddettiği için oturduğu yerden kuşun olmayışına, kapının tıklanmış olabileceğine, sessizliğin kendisine anlatmak istediklerine falan odaklandı. Dışarda hava kuru bu arada. Feci soğuk var, çay ocakta. Kahve olsun isterdi, ya da sahlep. Bu sıcakta iyi giderdi ama kahve sevmez. Sahlebi kalkıp pişirmeye.. Üşendi. O her zaman üşenir. Dışarı çıkmaya, kalabalıklara karışmaya, yola gitmeye, yol bulmaya, yol aramaya.. Onun en kötü huyu oturup sadece düşünmektir. Bazen ne düşündüğünü bilmeden düşünür durur. Kafasının içinde milyonlarca düşünce dolanır zanneder ama aslında bir tane dolaşık ip yumağının etrafında elinde çileyle döner öyle.
Geçen kış kuş öldüğünden beri penceresine de kuş konmadı. Ya da o öyle düşünüyor. Arada serçeler gelirdi, arsız bir kumru camın önünde ısrarla öter dururdu. Artık ne istiyorduysa. Bu kış sessiz. Artık sessizliğin son bulduğunu düşünmüştü ama insan fazla iddialı olmamalı. Sokakların gürültüsü bu sessizliği kırmaya yetmiyor, yetmeyecek. Duymak istediği bütün seslere kulak kabarttığı halde bu itinalı suskunluğun duyanı var mıdır, merak ediyor. Sormaya korkuyor ama. Çünkü ne zaman zihnindeki soruları boşluklara doğrultsa yalan yanlış ifadelerle eşleştiler ve tüm dünya onu bir yalana inandırmak istercesine organize oldu. Dibi görmek iyi bir şey midir bilmiyor, halbuki zirvelerle de arası yoktur. Safi kötüyü tanımayan iyiyi bilir mi? Seslerin ortasında sessizliğin ne menem bir şey olduğunu, umut ve bekleyişin açlık kadar titreterek kişiyi yoksunluğa sürüklediğini sorsalar söylerdi. Kimse sormadığı için o da öyle kaldı. Bu ara hep böyle. Belki de uzun zamandır böyleydi ama o yeni anladı. Anlamanın anlaşılmaya götürmediğini de bir ara ona söylesin biri.
23225*
Geçen kış kuş öldüğünden beri penceresine de kuş konmadı. Ya da o öyle düşünüyor. Arada serçeler gelirdi, arsız bir kumru camın önünde ısrarla öter dururdu. Artık ne istiyorduysa. Bu kış sessiz. Artık sessizliğin son bulduğunu düşünmüştü ama insan fazla iddialı olmamalı. Sokakların gürültüsü bu sessizliği kırmaya yetmiyor, yetmeyecek. Duymak istediği bütün seslere kulak kabarttığı halde bu itinalı suskunluğun duyanı var mıdır, merak ediyor. Sormaya korkuyor ama. Çünkü ne zaman zihnindeki soruları boşluklara doğrultsa yalan yanlış ifadelerle eşleştiler ve tüm dünya onu bir yalana inandırmak istercesine organize oldu. Dibi görmek iyi bir şey midir bilmiyor, halbuki zirvelerle de arası yoktur. Safi kötüyü tanımayan iyiyi bilir mi? Seslerin ortasında sessizliğin ne menem bir şey olduğunu, umut ve bekleyişin açlık kadar titreterek kişiyi yoksunluğa sürüklediğini sorsalar söylerdi. Kimse sormadığı için o da öyle kaldı. Bu ara hep böyle. Belki de uzun zamandır böyleydi ama o yeni anladı. Anlamanın anlaşılmaya götürmediğini de bir ara ona söylesin biri.
23225*
14 Şubat 2025 Cuma
acele
Zaman kafi gelmiyor, ertele ertele. Postpone adımız olacak neredeyse. Satış yapan nerdeyse herkesin kuyruklardan nasibini aldığı bir başka gavur bozması kapitalistik girişimle çok özel hissetti o kadın kendisini. Adam ise dünyanın en bahtiyarıydı zira alnının akıyla sıyrılmıştı bu günün getireceği kara kehanetlerinden kaynananasının. Kadın üşenmeden aksırmadan tıksırmadan yaşına başına bakmadan tüm olumsuzlukları sıralamıştı. Nefes almamıştı bunları yaparken. Liste uzundu, damat idmanlıydı önceden. Bu sene.. diye geçirdi içinden. Daha şedit sebepler lazım. Derken saydığı envai çeşit nedeni savuşturdu geçti akıllı adam. Kaynana içi sıkkın bir ifadeyle taradı kızının aşık olduğu herifin suratını. Ne bulduysa... dedi. Ama yine içinden. Son kozuna gelmişti sıra. Elleri terledi, gözlerinin önünden izlediği dizilerden bir kuple klas senaryolar geçti. Oralardaki lafı gediğine koyan valideler falan hep bu kadının idolüydü. Bu sene çok daha önemli... dedi bıkmış bir sesle. Gözlerini o özendiği bakışlardan bakışlarla çevrelediğini hayal etti. Dudaklarında hin bir gülümseme, saçlarında grinin her tonu... Olmuştu işte. Lakin damat beklenilen tepkiyi hala vermediği için afallamak üzereydi. Tüm bu çaba, kendinden emin oyunculuk.. Boşa mı gidiyordu yani? Senelerdir bir çiçek bile koparmadın kızıma... Geçen her şey üst üste gelince sinir krizi geçirdi, ağlaya zırlaya artık boşayacağım bu adamı dedi... Kızının mutluluğunu kendi ikna çabasının gerisine itti. Damadı taramayı sürdürdü ve bir ışık görmek istedi. Başardı da. En sonunda tabi sosyal devletin manzumesinden müteşekkil adaletin vuku bulabileceği bir olasılığa değinmişti ve o anda adam annesi sayılan kadına dönüp bakmadan ceketini cüzdanını alarak çiçekçiye koşuvermişti. Ertele ertele nereye kadar dedi adam yolda. Alnında biriken terleri, çiçekçiye bıraktığı serveti bir kenara bırakarak dayandı evinin kapısına. Ne de olsa eşinin huzuru evinin huzuru demekti. Elinde bir buket gülle ve lüks kağıtlara sarılmış beşinci kalite çikolatayla abandı zile. Normalde tıklatırdı ve anlardı kadın, gelenin eri olduğunu. Bu kez farklı olmasın mıydı?
Zamanın kafi geleceğini bize kimse söylemedi. Tıknaz nefeslerle aman vermeyen yokuşlar arşınladık, kardan sonra tuzlanmış yollara bazen hüzünle bazen neşeyle baktık. Gökte aradığımız o şeyi bir çift gözde buluruz sanmadık mı hepimiz? Tüm şakalarımızın arasına katık gibi dualar yerleştirmedik mi? Azar azar geçen ömrün bir anda birileri için tamama erdiğini gördüğümüzde ağlayan gözlerle el açıp "Nolur biraz daha kalsaydı.." minvalinden sözlerle uçu açık isyanlar seslendirip sonra tövbe ettiğimizi kanıtlar biçimde uzun uzun göz yummadık mı? Yumduğumuz gözlerimizden biriken yaşlar boşalmadı mı? Neyi erteliyorsun öyleyse?
Zamanın kafi geleceğini bize kimse söylemedi. Tıknaz nefeslerle aman vermeyen yokuşlar arşınladık, kardan sonra tuzlanmış yollara bazen hüzünle bazen neşeyle baktık. Gökte aradığımız o şeyi bir çift gözde buluruz sanmadık mı hepimiz? Tüm şakalarımızın arasına katık gibi dualar yerleştirmedik mi? Azar azar geçen ömrün bir anda birileri için tamama erdiğini gördüğümüzde ağlayan gözlerle el açıp "Nolur biraz daha kalsaydı.." minvalinden sözlerle uçu açık isyanlar seslendirip sonra tövbe ettiğimizi kanıtlar biçimde uzun uzun göz yummadık mı? Yumduğumuz gözlerimizden biriken yaşlar boşalmadı mı? Neyi erteliyorsun öyleyse?
8 Şubat 2025 Cumartesi
kıtal
O bakış canlıydı. Titreyen gözbebeklerinin söylemek istediği bir şey vardı, gözünün beyazını yavaş yavaş boyayan damarların iyice kanlanmasının ardında kimsenin bilmediği köklü bir sebep yatıyordu. Ama dil konuşmadı, göz ne kadar anlatabilirdi ki böylece? Olmazlar ve sonuçları hesaplanmadı. Sahnede sadece seslerden ve davranışlardan oluşan bir sebep sonuç ilişkisi aranıyordu, aranan kan bulunamadığı için kimsenin aklına gözler ve anlatmak istedikleri gelmedi. Böylece sen, ben.. Bir his ve bir ayrıntı olup kaldık köşemizde. Dilimizden dökülecek olsaydı bir şeyler, belki çözebilirdik diye düşündüm çoğu kez. Sen de düşündün. Düşüncelerini gözlerinde boğmadan evvel orada iki saniyeliğine barındırdığını söylemişti çünkü titreyen kalbin. Ne olursa olsun biz, dilimizden dökülenlere ve elimize kolumuza ilişen hareketlere odaklandık ve kalbi de böylelikle hiçe saymış olduk. Kıtal bitti, İsmet Özel'in dediği gibi.
Günler benzersiz bir hızla geçip gidiyor ve aklıma gelenlerin dilime dökülmesi zaman alıyor. Bazen bu hiç gerçekleşmiyor zira alacağım bazı yanıtları ezbere bildiğimden hiçbir kalkışmada bulunmuyorum. Bu, beni bir tembel gibi gösteriyorsa da aldırmıyorum. Ne de olsa insan insana artık hiç acımıyor ve buna alıştığımı hissediyorum. Ama bir yolu olsa ve biz zihnimizden geçenleri kalbimizdeki hissiyatlarla birleştirsek ve en mukim şekliyle dile getirsek fena olmazdı. Geleceğin ve geçmişin ördüğü ağlar sebebiyle şu anı böyle boynu bükük bırakıyoruz her seferinde. Bu bir bakıma çok iyiyse de bir bakıma şimdinin sihrini söküp götürüyor. Geriye, geride kaldığını bilmeyen bir kızılderilinin acı çığlığı kalıyor.
Söylesek ve bitse. Gerçi biter mi sanmıyorum ama bildiğim şu ki, söylemedikçe içimde büyüyor ve ben şişkin yürekli olmaktan hoşlanmıyorum. Bence bir güvercini andırıyorum, sürekli anlamsız sesler çıkararak başımı sağa sola yukarı aşağı sallayarak günü kurtarmanın derdine düşen birine dönüşüyorum. Kalbimi acıtan cümleleri, yaşadığım stresten ötürü kulağımı esir alan uğultuyu, gözüme oturan seğirmeyi, hiç hak etmediğim tavırları, umursanmayışlarımı... Üstümde hissettiğim onca şey var ve dile dökebildiğim hiçbir şey yok. Bu nasıl olabiliyor? Her seferinde mi hüsrana uğrayacağım da böylesine korkuyorum alacağım cevaplardan? Halbuki iş yerindeki o kadına aklımdan geçen asıl şeyleri söylesem, şakayla söylenen bir cümlenin aslında beni ne kadar alçalmış bir hale soktuğunu dile getirsem falan.. Fena olmaz mıydı? Neyden korkuyorum, eskisi gibi olamamaktan mı? Şimdiki halimle eskide olduğumu sandığım kişi arasındaki farkı hiç konuşmuyoruz kendimle. Halbuki biliyorum. Ne şimdiyim, ne de dün. Seyrettiklerim, dinlediklerim, okuduklarım bile günbegün değişirken söylemem gereken cümleleri sarf ettiğimde bir şeylerin değişecek olmasından neden korkuyorum? Patavatsız biri değilim, karşının kalbinin çatlaklarını kendi kalbimin parçalarından daha fazla düşünürüm, o halde sorun ne?
Olduğum kişinin barındırdığı asıl cümleleri ve asıl hisleri neden böyle peçetelere sarıp zehirli bir madde gibi içimdeki çöp kutusuna attığım hakkında artık fikir yürütmek istemiyorum. İstediğim şey, Hakkın rızasına uyduğu biçimde kendime değer vermek. Ben bir istifçi değilim ya da lazım olanların saklandığı alelade bir kutu. Onu söyledin ve ben çok kırıldım. Bilmeni istiyorum zira derdim bilmen değil bu hissiyatı içimden atmak. Zira ben kırgınlığımı dile getirmedikçe içimde seninle savaşıp duracağım ve bu savaş bana nice yenilgiler getirecek. Halbuki atakta da ben varım savunmada da. Söyleyeceğim şeyi ne kadar anlayacağın umrumda değil. Bu savaşı kazanmaktan başka derdim yok. İncindim, ağladım, kalbim kırıldı, hıçkırdım. Senin yaşadıkların da umrumda, düşüncelerin de. Ben başkalarının düşüncelerini hiçe sayarak yaşamayı sürdüremiyorum. Sessizliğin, kendi içine çekilişin beni benden koparıyor zira konuş, haykır benimle tartış istiyorum. Ancak benim isteklerimle senin davranışlarının menzili uyuşmak zorunda değil, bunu da kabul ediyorum. Kabul edemediğim şeyler de var ama kabul edemediğim şeylerin arasında kendime yenilmenin güçsüzlüğünü artık sırtlanmak istemiyorum. Bir şeyleri halledebilir miydik, neden öyle oldu, beni herkesin önünde küçük düşürdün farkında mısın?, bekledim ama gelmedin, bekliyorum hala... Bunları verilmesi gereken yerlere yeri geldiğince verip bu borçtan kurtulacağım. Kendimle senin, sizin yüzünüzden savaşmayacağım. Daha büyük savaşlarım ve daha kadim yenilgilerim var. Artık gözlerime tutsak olmayacağım. Sen de olma. Ya da ol. Beni ilgilendiren benim savaşım. Ben elimden geleni yaptım.
9225
Günler benzersiz bir hızla geçip gidiyor ve aklıma gelenlerin dilime dökülmesi zaman alıyor. Bazen bu hiç gerçekleşmiyor zira alacağım bazı yanıtları ezbere bildiğimden hiçbir kalkışmada bulunmuyorum. Bu, beni bir tembel gibi gösteriyorsa da aldırmıyorum. Ne de olsa insan insana artık hiç acımıyor ve buna alıştığımı hissediyorum. Ama bir yolu olsa ve biz zihnimizden geçenleri kalbimizdeki hissiyatlarla birleştirsek ve en mukim şekliyle dile getirsek fena olmazdı. Geleceğin ve geçmişin ördüğü ağlar sebebiyle şu anı böyle boynu bükük bırakıyoruz her seferinde. Bu bir bakıma çok iyiyse de bir bakıma şimdinin sihrini söküp götürüyor. Geriye, geride kaldığını bilmeyen bir kızılderilinin acı çığlığı kalıyor.
Söylesek ve bitse. Gerçi biter mi sanmıyorum ama bildiğim şu ki, söylemedikçe içimde büyüyor ve ben şişkin yürekli olmaktan hoşlanmıyorum. Bence bir güvercini andırıyorum, sürekli anlamsız sesler çıkararak başımı sağa sola yukarı aşağı sallayarak günü kurtarmanın derdine düşen birine dönüşüyorum. Kalbimi acıtan cümleleri, yaşadığım stresten ötürü kulağımı esir alan uğultuyu, gözüme oturan seğirmeyi, hiç hak etmediğim tavırları, umursanmayışlarımı... Üstümde hissettiğim onca şey var ve dile dökebildiğim hiçbir şey yok. Bu nasıl olabiliyor? Her seferinde mi hüsrana uğrayacağım da böylesine korkuyorum alacağım cevaplardan? Halbuki iş yerindeki o kadına aklımdan geçen asıl şeyleri söylesem, şakayla söylenen bir cümlenin aslında beni ne kadar alçalmış bir hale soktuğunu dile getirsem falan.. Fena olmaz mıydı? Neyden korkuyorum, eskisi gibi olamamaktan mı? Şimdiki halimle eskide olduğumu sandığım kişi arasındaki farkı hiç konuşmuyoruz kendimle. Halbuki biliyorum. Ne şimdiyim, ne de dün. Seyrettiklerim, dinlediklerim, okuduklarım bile günbegün değişirken söylemem gereken cümleleri sarf ettiğimde bir şeylerin değişecek olmasından neden korkuyorum? Patavatsız biri değilim, karşının kalbinin çatlaklarını kendi kalbimin parçalarından daha fazla düşünürüm, o halde sorun ne?
Olduğum kişinin barındırdığı asıl cümleleri ve asıl hisleri neden böyle peçetelere sarıp zehirli bir madde gibi içimdeki çöp kutusuna attığım hakkında artık fikir yürütmek istemiyorum. İstediğim şey, Hakkın rızasına uyduğu biçimde kendime değer vermek. Ben bir istifçi değilim ya da lazım olanların saklandığı alelade bir kutu. Onu söyledin ve ben çok kırıldım. Bilmeni istiyorum zira derdim bilmen değil bu hissiyatı içimden atmak. Zira ben kırgınlığımı dile getirmedikçe içimde seninle savaşıp duracağım ve bu savaş bana nice yenilgiler getirecek. Halbuki atakta da ben varım savunmada da. Söyleyeceğim şeyi ne kadar anlayacağın umrumda değil. Bu savaşı kazanmaktan başka derdim yok. İncindim, ağladım, kalbim kırıldı, hıçkırdım. Senin yaşadıkların da umrumda, düşüncelerin de. Ben başkalarının düşüncelerini hiçe sayarak yaşamayı sürdüremiyorum. Sessizliğin, kendi içine çekilişin beni benden koparıyor zira konuş, haykır benimle tartış istiyorum. Ancak benim isteklerimle senin davranışlarının menzili uyuşmak zorunda değil, bunu da kabul ediyorum. Kabul edemediğim şeyler de var ama kabul edemediğim şeylerin arasında kendime yenilmenin güçsüzlüğünü artık sırtlanmak istemiyorum. Bir şeyleri halledebilir miydik, neden öyle oldu, beni herkesin önünde küçük düşürdün farkında mısın?, bekledim ama gelmedin, bekliyorum hala... Bunları verilmesi gereken yerlere yeri geldiğince verip bu borçtan kurtulacağım. Kendimle senin, sizin yüzünüzden savaşmayacağım. Daha büyük savaşlarım ve daha kadim yenilgilerim var. Artık gözlerime tutsak olmayacağım. Sen de olma. Ya da ol. Beni ilgilendiren benim savaşım. Ben elimden geleni yaptım.
9225
26 Ocak 2025 Pazar
kuzgun
kuzguni rengi tanımadan bir kuzgun daldı geceye
ağzında taşıdığı bir taştı
böğrüne saplayıp uçtu gitti tek kelime etmeden
acı onu yutamadan kaldı kursağında,
tırmandı huzurundan hüznüne
geceleri başlayıp gündüzleri ara vermeden devam eden bu süreklilik yormuştu gerçi
silik bir buğu vardı göğsünde
yokuşları olan ovalar,
düzlüklerle dolu dağlar iltica ediyordu hikayesine
ıkınıp sıkınarak bir düş belledi ve yok oldu
hayal etmek bu kadar çabuk ve sebepsiz yere kimseyi
incitmezdi biliyordu
sakınmadan söyledikleri her gece bir yumruya dönüştü ve
sormadan geldi
haber vermeden gitmedi
ne zaman bir şey söyleyecek olsa
kuzgunun sapladığı taşa gitti eli
beklentilerini bir kafese koysa
o da bir gün kuzgun gibi uçup gider miydi
sorduklarına yanıt alamamak kadar büyük telaşe yoktur bu dünyada
avurdunu tırmalayan, gözlerine yaşlardan evvel dolan bu şeyi
kim neden icat etmişti bilmedi
ömrü vefa etmeyene dek öğrenecek de değildi
bildiklerimiz içimizde uslanmayan evveller taşır ki biz
neden niçin ne idüğü belirsiz ifadelerle
yarınlardan önce dünlerden bekleriz her yeni günü de katarak öşürümüze.
çınlayan bir kulaktan fazlasını istiyordum;
durmaksızın bekleyecek olmak kadar büyük bir cezayla
gitmelerin sonu vardıysa belirmeliydi ve uslanmalıydı artık
gelmekler
27125-
ağzında taşıdığı bir taştı
böğrüne saplayıp uçtu gitti tek kelime etmeden
acı onu yutamadan kaldı kursağında,
tırmandı huzurundan hüznüne
geceleri başlayıp gündüzleri ara vermeden devam eden bu süreklilik yormuştu gerçi
silik bir buğu vardı göğsünde
yokuşları olan ovalar,
düzlüklerle dolu dağlar iltica ediyordu hikayesine
ıkınıp sıkınarak bir düş belledi ve yok oldu
hayal etmek bu kadar çabuk ve sebepsiz yere kimseyi
incitmezdi biliyordu
sakınmadan söyledikleri her gece bir yumruya dönüştü ve
sormadan geldi
haber vermeden gitmedi
ne zaman bir şey söyleyecek olsa
kuzgunun sapladığı taşa gitti eli
beklentilerini bir kafese koysa
o da bir gün kuzgun gibi uçup gider miydi
sorduklarına yanıt alamamak kadar büyük telaşe yoktur bu dünyada
avurdunu tırmalayan, gözlerine yaşlardan evvel dolan bu şeyi
kim neden icat etmişti bilmedi
ömrü vefa etmeyene dek öğrenecek de değildi
bildiklerimiz içimizde uslanmayan evveller taşır ki biz
neden niçin ne idüğü belirsiz ifadelerle
yarınlardan önce dünlerden bekleriz her yeni günü de katarak öşürümüze.
çınlayan bir kulaktan fazlasını istiyordum;
durmaksızın bekleyecek olmak kadar büyük bir cezayla
gitmelerin sonu vardıysa belirmeliydi ve uslanmalıydı artık
gelmekler
27125-
25 Ocak 2025 Cumartesi
yabancı
üstünde uzundur çalıştığı bir yazı var. ser verip sır vermeden gece gündüz onu yazdı. yaklaşık altmış gün, belki de daha fazla. kulağında sürekli çınlayan şarkılardan biri arada dikkatini dağıtacak oldu, sesini kıstı. şarkı bu kez zihninde veciz olmayan sözleriyle ordan oraya yankılandı zıpladı ve yol aradı. titrek bir mum ışığının önünü aydınlatmasından mütevellit yalnızca kısa günlerine özenen ve bezenen biriydi, bu yüzden şarkının da birkaç güne susacağını umarak yazıya odaklandı. aklında egemen kaçış düşleri, parmağında on marifet, gülüşünde alay, gözünde ela. olmasa mı şu da, olsa mı bu da ve sonunda tamamlandı: "yabancı" hazırdı.
anlık kalp çırpıntısıyla editörünü aradı, sesinden anlaşılıyor olmalıydı heyecanı. bir tıksırsa gönlünden tüm hissiyat boşalacaktı. ama daha var dedi editör. okumadan, sormadan, biçmeden vesair. kendisini kadim boşluklarından birine tuttu fırlattı bu cümle. boğazından hırıltıyla uçtu gitti hevesi ve fısıldadı: "neden?"
derin bir nefes almadı editör. bu da, söyleyeceği cümlenin derinliğini az çok ele vermişti. yüzeyde sürükleyecekti kıytırık kelimeleri: "sen daha iyisini yazabilirsin."
"ama okumadın bile." o artık tüm neşesi solmuş ve sıkılgan bir hissiyatla konuşmak zorundaydı. zira kelimeleri bir annenin kucağından koparılan bebeği gibi tiye alınarak koparılmış ve parçalanmıştı. "uzun zamandır yazmıyorsun." dedi editör. "bir çırpıda yazdığın şeyin iyi olabileceğini düşünmüyorum. dürüst olmak gerekirse.." bundan daha nasıl dürüst olabilirdin? diye geçirdi içinden. "daha iyi yazarlar başvuru yapıyor ve onlardan daha iyi işler çıkarabileceğini.. şu halinle düşünmüyorum." dolan gözlerini elinin tersiyle sildi, sesinin çatlamaması için derin bir nefes aldı. "daha yazımı okumadın bile." editör sabır timsali biri değildi ne yazık ki. onun editöre gösterdiği sabrın onda birini o ona göstermeyecekti. gördü bunu ve editör hırsla bir şeyleri yıkmak üzere ağzını açıp nefes aldığında kapadı telefonu.
içinde binbir uğraş vererek tuttuğu heyecanını telefon kapanır kapanmaz gözyaşı ve hıçkırık olarak karanlık odanın içine saldı. bilgisayarın rahatsız edici ışığından ekrana bir yumruk atarak kurtulmak istedi ama bu istekten çok çabuk caydı. daha taksitleri bitmemişti. dişlerini sıktı, hiç de sevmezdi dişlerini sıkanları. kendisine daracık bir mezar bulup girmek, anlaşılmak üzre verdiği kavgayı kendi dahil herkesin bir çırpıda unutabileceği göklere yol alabilmeyi umdu. giderse mutlu olur muydu, giderse mutlu olurlar mıydı? bunu hep düşünürdü lakin o yazıyı yazarken, ela gözlerinde o heves ve heyecan varken ölüm düşüncesi pek girmediydi aklına. ummak, bulmak, anlaşılmak meselesi bir editörün can sıkıntısına denk gelip havada kalmamalıydı. şimdi her yolun sonu uçurum, her kaydın sonu hıçkırıkla son buluyormuş gibi geliyor ona.
25125
dia.
anlık kalp çırpıntısıyla editörünü aradı, sesinden anlaşılıyor olmalıydı heyecanı. bir tıksırsa gönlünden tüm hissiyat boşalacaktı. ama daha var dedi editör. okumadan, sormadan, biçmeden vesair. kendisini kadim boşluklarından birine tuttu fırlattı bu cümle. boğazından hırıltıyla uçtu gitti hevesi ve fısıldadı: "neden?"
derin bir nefes almadı editör. bu da, söyleyeceği cümlenin derinliğini az çok ele vermişti. yüzeyde sürükleyecekti kıytırık kelimeleri: "sen daha iyisini yazabilirsin."
"ama okumadın bile." o artık tüm neşesi solmuş ve sıkılgan bir hissiyatla konuşmak zorundaydı. zira kelimeleri bir annenin kucağından koparılan bebeği gibi tiye alınarak koparılmış ve parçalanmıştı. "uzun zamandır yazmıyorsun." dedi editör. "bir çırpıda yazdığın şeyin iyi olabileceğini düşünmüyorum. dürüst olmak gerekirse.." bundan daha nasıl dürüst olabilirdin? diye geçirdi içinden. "daha iyi yazarlar başvuru yapıyor ve onlardan daha iyi işler çıkarabileceğini.. şu halinle düşünmüyorum." dolan gözlerini elinin tersiyle sildi, sesinin çatlamaması için derin bir nefes aldı. "daha yazımı okumadın bile." editör sabır timsali biri değildi ne yazık ki. onun editöre gösterdiği sabrın onda birini o ona göstermeyecekti. gördü bunu ve editör hırsla bir şeyleri yıkmak üzere ağzını açıp nefes aldığında kapadı telefonu.
içinde binbir uğraş vererek tuttuğu heyecanını telefon kapanır kapanmaz gözyaşı ve hıçkırık olarak karanlık odanın içine saldı. bilgisayarın rahatsız edici ışığından ekrana bir yumruk atarak kurtulmak istedi ama bu istekten çok çabuk caydı. daha taksitleri bitmemişti. dişlerini sıktı, hiç de sevmezdi dişlerini sıkanları. kendisine daracık bir mezar bulup girmek, anlaşılmak üzre verdiği kavgayı kendi dahil herkesin bir çırpıda unutabileceği göklere yol alabilmeyi umdu. giderse mutlu olur muydu, giderse mutlu olurlar mıydı? bunu hep düşünürdü lakin o yazıyı yazarken, ela gözlerinde o heves ve heyecan varken ölüm düşüncesi pek girmediydi aklına. ummak, bulmak, anlaşılmak meselesi bir editörün can sıkıntısına denk gelip havada kalmamalıydı. şimdi her yolun sonu uçurum, her kaydın sonu hıçkırıkla son buluyormuş gibi geliyor ona.
25125
dia.
20 Ocak 2025 Pazartesi
lili'nin şarkısı
Çok eski sözlerle yazılmış bir şiirdi
dudaklarımdan döküldükçe
karşımdakiler esniyordu
Onlar esnedikçe ben daha çok
okumak istiyordum
İçimdeki muhalif suret renkten renge sokuyordu
onların ruhlarını
Yarıya inmiş göz kapaklarının ardındaki
bozuk gözlerini
ayna gibi parlatıyordum
patlatıyordum göklerini
Lili'nin sırasıydı
Ezbere okuduğum şiir dilimden
çözülüp onların
kulaklarındaki kasetlerin
boğumlarına yerleşmedi
İsterdim ki dönsün dursun
onlar göz kırptıkça
okuduğum şiir
akıllarında
Lili'nin şefkatli bakışları vardı
Mikrofon istemedi; kısa bacaklarıyla zor
tırmandı sahneye
Sahneye çıktığında kimse
Lili'nin kısa bacaklarını fark etmedi bile
Lili kısık bir sesle başladı
Şarkısının melodisi başta
Klasik tıngırtıların arasına
gizlenen
her günkü bir gün batımıydı
Lili şarkıyı söylerken ağladı
Gözyaşları ağzının kenarlarından
dişlerinin arasına sızıyordu
Beni uyuklayarak dinleyen herkes
Lili'nin ağlayışıyla ağlıyordu
Lili'nin gözyaşı bile
her gün göze mızrak gibi saplanan
bir gün batımı gibiydi
Lili'nin şarkısında bir melodi eksikti
Bu yüzden o, gözyaşlarıyla bitirdi
gözyaşlarıyla söylediği o şeyi.
Şarkıyı yani.
26520-
13 Ocak 2025 Pazartesi
abesle iştigal
Kemiksiz dilimi dişlerim biliyor, şimdi bir de sessizlik beni biliyor. Ömrüm boyunca susmayı becerenlerden biri olmadım. Öne çıkıp konuşacak, kendimi belirginleştirecektim, vurgular yapacak, hayatıma dalacak, ayrıntılara boğularak beyaz bir bayrak sallamadan gerisin geri tersine yüzecektim. Buradan şu anlaşılmasın, ben dilini silahlaştırmış bir şövalye değilim. Gerçi şövalye de neymiş diyeceksiniz haklısınız. İsyan edip kazan kaldırmaktan korktuğum için kendime yeniçeriliği yakıştıramadım. Oldum olası provokatif söylemleri sorguladım. Osmanlı'yı karalandığı gibi görmedim, anlatılanları bir parya gibi dinlemedim ama ben de aldandım. Beni de yeyip bitirdiler cetvellerle ülke biçtikleri sofralarda. "Hasta" olduğumu iddia ettiler. "Adam"sın dediler sırtımı sıvazlayarak. Lakin hep bildim bende aşikar olanı ve benden mütevellit tiksinti uyandıranı. Ne de olsa kanım bir yahudi kanından daha değersizdi, vadedilmiş topraklar meselesiyle tüm soykırımlar aklanabilirdi, günlerin beni oradan oraya sürükleyişinin de politik olduğunu burdan çıkardım. Haberler bangır bangır Amerika'nın alevler içinde kaldığından herkesi haberdar etmek üzre muhabirler bağladı ekrana. Canlı yayınlar donuktu, çığırtkanlar bir martıdan halliceydi, kavgalar vasat ve sponsorluydu. Bundan sebep kumandanın kırmızı düğmesine herkesten önce basıp başımı alıp çıktım bu tevatürden. Öyle sandım.
Bir gönül meselesinden vurgun yemeseydim daha mümkün olacaktı duraklamadan yürümek. Nasibimde olmayandan nasibimi aldım ve suçu üstlenerek tükettim önce kendimi, sonra yolu. Herkesin hikayesinde bir kötü karakter vardı ve benim adım kötüye çıkmıştı çoktan. Baktığım yönün, duyduğum kelimelerin benim sesime kulak verilmeden kulak ardı edilmesi çok yaraladı beni. Ardımsıra söylenenler, yüzüme karşı hicvler ve gözyaşlarının arasında gözlerimdeki yaşı göremeyenler. Karar belliydi. Bu tarih sahnesinden, çığırtkanların açtığı yoldan süzülecek, sorgulamayacak, aramayacak ve bulmayacaktım. İşgalciler kafamı koparsa da sesimi çıkarmam yasaktı. Ne de olsa artık iz bırakmak gibi ne hırs ne azim taşımayan öylesine bir varlıktım. Her gece kabuslar görmemin, her sabaha uyandığımda boşluğun içinde kendime bir yer beğenmemin hesabını kimse kimseden sormadı. Beklemedim, her şey politikti ne de olsa. Çıkarlar söz konusuydu, işin içinden çıkamıyorsan eleştirmeli, bağırmalı, reddetmeli ve tüm suçu yükleyip hakkının hesabını sormalıydın. Olması gereken buydu. Herkes biliyordu, benim dışımda. Ömrüm boyu boyun eğerek, herkesi memnun etme çabası içinde kendi nefesimin soğuk penceredeki buğusuna buruk bir tebessüm çizerek yok olmanın eşiğine geldiğimi görmedi kimse. Kimse konuşmadı, kimse sormadı, kimse omzumdaki yükün ayırdına varmadı. Toparlayamadığım aklıma bir dolap koymak istemiştim, o da olmadı. Okuduğum kitaplar, gülüşler, nefret dolu bakışlar, haykırışlar, geçmiş gelecek, bugün, güncel meseleler, yangınlar, vahşetler, yalanlar... Hepsi ortalığa saçıldı. Tüm karmaşanın ortasında hıçkırıklarla sarsıldım.
Kemiksiz dilimi dişlerim biliyor, kan tadını alamıyorum zira boğazım kupkuru. Gözümün önü karanlık, aklım buğulu. Helal etsin hakkını, boğazımdaki yumru. Artık titrek gözler ve akıcı sözlerle bir kurgunun etrafında dört dönemem ve siyaseten bir tutsak gibi yasaklı yayınlar neşredemem. Kolumu omzuna atamam sevdiklerimin zira kolum aşağı düşerse vurulurum keskin nişancılar rock parçaları dinlerken vuruyorlar bebeleri, abesle iştigal ederek abesten mezkur nedir bilmiyorum. Sokaklara döşenen patlayıcılar kimin ayağının altında takırdarsa bitmiştir oyun. Ayağımın altından tiktaklar geliyor duyuyor musun? Görüyor musun bu muhal yolu? İstikamet yol boyu tükenerek gitmek üzeredir, demiştim ki bir ara "Kaçmak da bir kaderdir." Sabırsızlığıma ve aceleme rağmen zamanı durdurmuştum içimde ve gülüşme sesleriyle bir oyun tertiplemiştik biz bize. Dünya hayatı da bir oyunduysa ve bu oyunu kuranın kimin adamı olduğunu bilmiyorduysam ben manipüle mi ediliyordum? Medya? Bürokratlar? Aktivistler? Avukatlar ya da hakimler? Ya da öğretmenler? Önde kim kamete durduysa ardından gelenlerin dolu dizgin yazdığı bir hikaye değil miydi tüm bu olan bitenler?
Kemiksiz dilimi. Kanın tadını. Kupkuru boğazımı. Dolan gözümü. Daralan göğsümü. Sıktığım yumruğumu. Kırdığım dişlerimi. Parçaladığım avurdumu.
Gökyüzü berrak, renkler acımasız. Dağılıyorlar birbirleri içinde huzur arayarak. Mavi ve mor. Gök ve leylak. Artık siyahın beyaza karıştığından daha gri bu semanın rengi. Yerlerde taşlar, büyük büyük. Engeller, tümsekler, görünen ve görünmeyen. Söylesene bu kimin gördüğü, kimin görmekten imtina ettiği ve. Kimin? Kabule değer, hükümsüz de biraz. Az biraz yürürsen ve yolun ucunda o aynayı görürsen tekrar sor, tekrar kır, tekrar yapıştır ve tekrar. Görürsen. Göremezsin.
14 ocak 2015.
Bir gönül meselesinden vurgun yemeseydim daha mümkün olacaktı duraklamadan yürümek. Nasibimde olmayandan nasibimi aldım ve suçu üstlenerek tükettim önce kendimi, sonra yolu. Herkesin hikayesinde bir kötü karakter vardı ve benim adım kötüye çıkmıştı çoktan. Baktığım yönün, duyduğum kelimelerin benim sesime kulak verilmeden kulak ardı edilmesi çok yaraladı beni. Ardımsıra söylenenler, yüzüme karşı hicvler ve gözyaşlarının arasında gözlerimdeki yaşı göremeyenler. Karar belliydi. Bu tarih sahnesinden, çığırtkanların açtığı yoldan süzülecek, sorgulamayacak, aramayacak ve bulmayacaktım. İşgalciler kafamı koparsa da sesimi çıkarmam yasaktı. Ne de olsa artık iz bırakmak gibi ne hırs ne azim taşımayan öylesine bir varlıktım. Her gece kabuslar görmemin, her sabaha uyandığımda boşluğun içinde kendime bir yer beğenmemin hesabını kimse kimseden sormadı. Beklemedim, her şey politikti ne de olsa. Çıkarlar söz konusuydu, işin içinden çıkamıyorsan eleştirmeli, bağırmalı, reddetmeli ve tüm suçu yükleyip hakkının hesabını sormalıydın. Olması gereken buydu. Herkes biliyordu, benim dışımda. Ömrüm boyu boyun eğerek, herkesi memnun etme çabası içinde kendi nefesimin soğuk penceredeki buğusuna buruk bir tebessüm çizerek yok olmanın eşiğine geldiğimi görmedi kimse. Kimse konuşmadı, kimse sormadı, kimse omzumdaki yükün ayırdına varmadı. Toparlayamadığım aklıma bir dolap koymak istemiştim, o da olmadı. Okuduğum kitaplar, gülüşler, nefret dolu bakışlar, haykırışlar, geçmiş gelecek, bugün, güncel meseleler, yangınlar, vahşetler, yalanlar... Hepsi ortalığa saçıldı. Tüm karmaşanın ortasında hıçkırıklarla sarsıldım.
Kemiksiz dilimi dişlerim biliyor, kan tadını alamıyorum zira boğazım kupkuru. Gözümün önü karanlık, aklım buğulu. Helal etsin hakkını, boğazımdaki yumru. Artık titrek gözler ve akıcı sözlerle bir kurgunun etrafında dört dönemem ve siyaseten bir tutsak gibi yasaklı yayınlar neşredemem. Kolumu omzuna atamam sevdiklerimin zira kolum aşağı düşerse vurulurum keskin nişancılar rock parçaları dinlerken vuruyorlar bebeleri, abesle iştigal ederek abesten mezkur nedir bilmiyorum. Sokaklara döşenen patlayıcılar kimin ayağının altında takırdarsa bitmiştir oyun. Ayağımın altından tiktaklar geliyor duyuyor musun? Görüyor musun bu muhal yolu? İstikamet yol boyu tükenerek gitmek üzeredir, demiştim ki bir ara "Kaçmak da bir kaderdir." Sabırsızlığıma ve aceleme rağmen zamanı durdurmuştum içimde ve gülüşme sesleriyle bir oyun tertiplemiştik biz bize. Dünya hayatı da bir oyunduysa ve bu oyunu kuranın kimin adamı olduğunu bilmiyorduysam ben manipüle mi ediliyordum? Medya? Bürokratlar? Aktivistler? Avukatlar ya da hakimler? Ya da öğretmenler? Önde kim kamete durduysa ardından gelenlerin dolu dizgin yazdığı bir hikaye değil miydi tüm bu olan bitenler?
Kemiksiz dilimi. Kanın tadını. Kupkuru boğazımı. Dolan gözümü. Daralan göğsümü. Sıktığım yumruğumu. Kırdığım dişlerimi. Parçaladığım avurdumu.
Gökyüzü berrak, renkler acımasız. Dağılıyorlar birbirleri içinde huzur arayarak. Mavi ve mor. Gök ve leylak. Artık siyahın beyaza karıştığından daha gri bu semanın rengi. Yerlerde taşlar, büyük büyük. Engeller, tümsekler, görünen ve görünmeyen. Söylesene bu kimin gördüğü, kimin görmekten imtina ettiği ve. Kimin? Kabule değer, hükümsüz de biraz. Az biraz yürürsen ve yolun ucunda o aynayı görürsen tekrar sor, tekrar kır, tekrar yapıştır ve tekrar. Görürsen. Göremezsin.
14 ocak 2015.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)